31.3.07

Ayvalı Cumartesi


Ayvalı tart, ayvalı taskebabı olur da ayvalı cumartesi olmaz mı? Olur.
Herşey geçenler Shrek'in eve bir koca torba ayva ile gelmesiyle başladı. Ayvaları bir tepsiye yaydım ve bir hafta boyunca mutfakta bir tezgahtan ötekine, tezgahtan masaya, neresi müsaitse oraya dolaştırdım durdum. Sonunda bu sabah sahilde yarım saat yürüyüş yaptıktan sonra eve döndüğümde bilgisayarımı alıp mutfak masasına kuruldum ve internet araştırmasına başladım. Akşamüstü olduğunda 6 tanesi ayva tatlısı, 6 tanesi ayva reçeli, 2 tanesi ayvalı cevizli kek, 1 tanesi ayvalı cevizli topkek olmuştu. Sonra da kendime bir çay yapıp fotoğrafçılık oynadım.

Tarifleri zaten bloglardan bulduğum için detaylı tarif vermeme gerek yok; nerelerden bulup nasıl uyarladığımı anlatsam yeter.
Önce ayva tatlısı...

Ayvaları ikiye bölüp, ortalarını çıkarıp, kabuklarını soyduktan sonra bizim pastane'nin yaptığı ayvalı tartın üstünden gördüğüm gibi 2 bardak su + 2 bardak nar suyu ile kısık ateşte pişirdim. Ortalarına birer çorba kaşığı tozşeker koymama ve çekirdeklerini de birlikte koymama rağmen ne çok tatlı, ne de çok kırmızı oldular.

Ayva tatlısından sonra sıra ayva reçeline geldi.

Yabancı bir sitede okuduğuma göre ayvaları ikiye bölmek yerine dikine elma dilimleri çıkarmak ve ortasını çıkarıp minik doğrayarak suya atmak kararmalarına engel olurmuş. Ben de öyle yaptım. 6 bardak suyu kaynatıp ayvaları süzerek içine attım; çekirdekleri de minik bir tülbentin içinde içine attım. (Evde bu iş için kullanacak ne bulabilirim diye dolanırken, ütü için annemin getirdiği tülbentin köşesinden kesmek zorunda kaldım) Ayvalar yumuşadıktan sonra 4 bardak tozşeker ekledim ve kısık ateşte kaynamaya bıraktım. Kaç saat kaynadı bilmiyorum, suyu hala çok akışkan olmasına rağmen sıkılıp kapattığımda hacmi yaklaşık yarıya inmişti. Kapatmadan birkaç dakika önce içine yarım limonun suyunu da ekledim, aynı okuduğum pek çok tarifteki gibi. Soğuyunca suyu daha koyulaşırmış, bakalım doğru muymuş?

Öğlen, tam ben reçel için ayvaları doğrarken Badem aradı. Akşamüstü oğlunu kursa bıraktığında Metrocity'de dolaşmayı düşünüyormuş, alacağı şeyler varmış, ben de gider miyim diye sordu, ama benim reçel maceramın ne zaman biteceğini kestiremediğim için programı onun bana gelmesi şekline döndürdük. Böylece bana kalan ayvaları çay yanında ikram edilecek bir şekle sokmak için bahane çıkmış oldu.


Çay saatine yetişmesi için ayvaları hızlı bir şekilde yumuşatmam gerekiyordu; ben de ince doğrayıp, soyup biraz tereyağında, az tozşeker de ekleyerek soteledim. Dilimli silikon kabımı yağlayıp dibine pişmiş ayva dilimlerini dizdim. Sibel'in Kahvesi'nde okuduğumdan beri "yap beni, yap beni" diye dürten krem şantili kek hamurunu hazırlayıp üstüne döktüm, ama baktım ki benim kalıp bu hamura biraz küçük gelecek, hepsini koyarsam çok dolup pişerken taşacak, kalan pişmiş ayva dilimlerini küçük doğrayıp kalan hamura kattım ve altılı muffin kalıbıma paylaştırdım.

Fırını 180 dereceye ısıtmıştım zaten. İki kalıbı birden fırına yanyana koydum. Tabii topkekler çok daha önce pişti. Onları çıkarırken gördüm ki kekin içi daha pişmemiş ama üstü epey kızarmış, aluminyum folyoyla üstünü kapattım ve pişirmeye devam ettim.

Bu arada Badem arayıp gelemeyeceğini haber verdi, çok trafik olduğunu görünce oğlunun kurs çıkışına yetişememekten korkup gelmekten vazgeçmiş. Ayvalı topkek, planlanmamış, özellikle istenmemiş, kazara oluvermiş bir çocuk gibi sevilmediğini sanmasın diye onun başrolde olduğu bir fotoğraf çektikten sonra sevgi gösterisinin devamı olarak kendime çay yaptım ve iki tanesini yedim.

25.3.07

İzmir'de Doğumgünü

Shrek'in doğumgünü pastasını ben yapmadım, çünkü İzmir'de kutladık. Üç mum var ama Shrek de 44 oldu aslında. Shrek'in İzmir'de oturan sevgili arkadaşı ve eşi, ben ve Shrek, bir de ablam Cuma akşamı Mavi Şehir'deki Kent Balık'ta çok keyifli bir akşam yemeği yedikten sonra masaya gelen pastayı Shrek'in arkadaşı Bostanlı'daki Bravo Pastanesi'nden almış. Çikolatalı vişneli pasta çok da güzeldi doğrusu, ama ben yine de kakaolu pandispanyası benim şu son iki pastadır yaptığım tarifle yapılmış olsaydı daha da güzel olurdu diye düşünmeden edemedim.
Bu arada, akşam çekilen fotoğraf kesidinden gördüğünüz gibi yeniden sarışınlığa döndüm. Bunu telefonda söylediğim zaman Çağla "e zaten sarışınsın" dedi ama bu kadar da değilim; orijinalim daha çok bol beyazlı açık kumral artık. Nereden esti derseniz, bir süredir şirketteki arkadaşlar eski grup fotoğraflarını gösterip, "bakın Dory Hanım, sarı saç size ne kadar yakışıyormuş, burada ne güzel çıkmışsınız" gibi şeyler diyorlardı. Ben de onları "5 yaş daha genç, 5 kilo daha zayıf halimi gösterip sarı saç yakışıyormuş denir mi hiç?" diye kovalıyordum, ama sonunda dayanamadım. Bu fönlü hali tabii, normalde duracağından daha da açık görünüyor. Ama gerçekten de pek havalı duruyor...
Shrek Çarşamba gününden itibaren semineri için İzmir'deydi zaten, ben de Cuma akşamüstü gittim. Niyetimiz Pazar akşamı dönmekti, ama sonra biletlerimizi Cumartesi akşamına alıp erken döndük. Cumartesi gününü Shrek seminerde, ben de ablam ve eniştemle İzmir keyfi yaparak geçirdik. Seminer 9'da başladığı için Shrek'in erkenden çıkıp Konak'a geçmesi gerekiyordu. Benim de niyetim birlikte iskeleye kadar yürümekti ama evin anahtarlarını bulamayınca dönüşte ablamları uyandırmak istemediğim için biraz kitap okudum. Ablamlar da uyanınca sahile yürüyüp kahvaltımızı birer içi İzmir tulumu ve domates dilimleriyle dolu kumru ve çayla kahvede yaptık. Tabii gazetelerimizi okuyarak.

Kahvaltıdan sonra Konak'a geçtik, Shrek'e uğradık, Kemeraltı'na gidip Aksüt'te sütlü börek yedik, yine Karşıyaka'ya geçtik, çünkü ablam bir mevluta davetliydi. O oradayken biz de eniştemle önce Pan Kitapevi'nde biraz oyalandık, tabii dayanamayıp birer kitap aldık. Sonra sahildeki Yerde Fıstık'ta oturup karşılıklı bira içip fıstık yedik, kabuklarını yere attık, adet öyleymiş. Önce ben bir orta boy, eniştem bir büyük boy istemiştik. Ablamın gelmesi epey gecikince birer orta boy daha söyledik. Güneş açtı, kafama kuş pisledi, ben ablama "e hadi, biraz daha gelmezsen ben sarhoş olacağım" diye mesaj çektim, ama telefonu kapalı olduğu için gitmedi. Hemen yanımızdaki öğretmen lokalinde 50-60 yaş grubu öğretmenler oturmuş çaylarını içiyorladı. Bir ara garson "hocam, buraya yiyecek getirmek yasak" dedi, hoca'nım kucağındaki torbanın içinden bir parça koparıp ağzına atarak "tamam canım, kimseye göstermeden iki lokma alıyorum işte, sesini çıkarma" dedi.
Ablam geldikten sonra biraz daha oturup kalktık. Ben motora binip Konak'a geçtim, Shrek'le buluştuk, uçağa daha vakit olduğu için Kore Şehitleri'ne (aslında orası Kıbrıs Şehitleri'ymiş, ben yanlış hatırlıyormuşum; Gül yorum bıraktı da düzeltebiliyorum) gidip Altın Kapı'da birer İskender yedik, bir porsiyon söyleyip paylaşmadığımıza hayıflanarak şiş midelerle alana gittik. Bu kadar İzmir keyfi yeter. Cumartesi gecesi yatağımızda uyuyup sabah geç kalkmaya da ihtiyacımız var. Pazar gününü dinlenerek geçirmezsek sonraki hafta çok zor geçiyor artık.
Pazar sabahı gerçekten de 11'de ancak kalktık. Kahvaltı öncesi kısa bir yapımarket turu, sonra sucuklu yumurtalı, KFC usulü bisküvili bir kahvaltı, biraz ortalık toplama derken öğle uykusu, akşam oluverdi. Böyle uzun öğle uykuları pek hoş oluyor ama ertesi gün acısı çıkıyor, bütün gün gözlerimi oğuştura oğuştura dolaşıyorum. Yarın işe giderken unutup makyaj yapmasam bari...

21.3.07

KFC Bisküvisi

Shrek bir süredir Kentucky Fried Chicken diye sayıklıyordu. Ben pek meraklı değilimdir öyle kemikli, şekli belli, bana "hadi artık, ne zaman vegetaryen olacaksın?" diyen et yemeklerine. Baharat karışımının lezzetine rağmen KFC'ye düşkün olmamamın nedeni bu. Ama coleslaw salatasına, bisküvisine (İngilizcesi biscuit diye böyle diyorum ama aslında bir çeşit poğaça) ve mısırına bayılırım; hatta sırf bisküvisi için KFC'ye gidebilirim (elbette böyle bir şey yapmıyorum).

Dün akşam oturup internette biraz araştırma yaptım, bulduğum KFC tavuk tariflerini topladım, ama Shrek ufak bir seyahatte olduğu için tek başımayken sadece tost, hadi bilemediniz en fazla salata yapan ben, elbette tavuk yapmaya kalkışmadım. Ana biscuit tariflerinden en makul gelenini denedim. Sonuç süper:)) Bence aynısı. Orijinalinden biraz daha ince oldu ama tat aynı. Bir dahaki sefere daha kalın açacağım, hepsi o.



Malzemesi:
1,5 cup un
1,5 tatlı kaşığı tuz
1 yemek kaşığı toz şeker
1,5 yemek kaşığı kabartma tozu
2/3 cup süt
1/3 cup sıvıyağ

Yapılışı:
Fırını 220 dereceye ısıtmaya başladım. Un, kabartma tozu, tuz ve şekeri birlikte eledim. Ortasını havuz yapıp süt ve sıvıyağı koydum, elimle karıştırdım, azıcık yoğurdum. Yumuşak, yağlı bir hamur hamur oldu. Unlu tezgahın üstüne alıp elimle pat pat yaparak yaydım. Bir rakı bardağını kalıp olarak kullanarak yuvarlaklar çıkarıp yağlı kağıt üstüne dizdim. (Bardağın ağzını önce unlayınca kolay çıkıyorlar.) Dediğim gibi, ben hamuru biraz ince patpatladığım için bisküviler de KFC'ye göre ince oldu. Fırının orta rafında 13 dakika tutunca mis kokulu minik poğaçalar çıktı.
Ekmek niyetine yenir mi bilmem ama acil kahvaltı eşlikçisi olarak bana pek güzel geldi. Belki de ben çok kalorili diye, daha önce hiç poğaça yapmadığım için bana öyle geldi.

Orijinal olanları biraz durup soğuyunca serteşiverir; bunlar ertesi sabah hala yumuşak poğaça kıvamında ve gayet yenilir durumda. Sıcakkenki havaları yok tabii, daha sıradan poğaçalara benzemişler. Yine de çay yanına iyi gitti.

Tarife göre 9 küçük "biscuit" çıkacaktı. Olması gerekenden ince yaptığım, bende 13 tane çıkmasından da belli zaten. Önce akşam "bir tadayım, olmuş mu", sonra "mmm, güzel olmuş", sabah "işe götüreyim, kızlara ikram ederim", sonra "mm, dur bi tane daha yiyeyim" derken 5 tane kaldı. Ertesi sabah çok ikramlık bir halleri de yok, en iyisi ben bir çay daha söyleyeyim.

19.3.07

Prensesin Doğumgünü



Nemo bendeydi bu haftasonu. Cuma akşamı icrayla ve olaysız alıp pazar akşamı icrayla ve olaysız bıraktım. Çok eğlenceli geçirtemedim haftasonunu. Ara ara şimdi ne yapacağız, bir program yaptın mı diye sordu. Öğleden önce beraber kırtasiyeciye gidip ödevi için dosya kağıdı ve dosya aldık; oradan yeni açılan ve çocuklar için de program yapan resim ve seraik atölyesine uğradık. Nemo "ben çamur ellemem" dedi, ama belki resim dersine katılır bir dahaki gelişinde. Oradan benzin almaya Yeniköy'e indik, aç olmamamıza rağmen McDonalds'da oturup bir şeyler içip patates yedik; çocuk parkında o biraz koşturdu, ben biraz dondum. Dönüşte saçlarını kestirdik. Akşam da Prenses'in doğumgününü kutladık hep beraber. Ablamla eniştem (yani annesiyle babası) İzmir'den gelmişti, annem zaten bende, Prenses'in erkek arkadaşı ve tabii Nemo ile akşam yemeği yedik. Bütün yemekleri eniştem yapmıştı. Hamsi ızgara, ısparoz salatası, limonda sardalya ve börülce salatası... Ben sadece ekmek ve pasta yaptım:) Ekmeğin tarifi ekmekkokusu'ndan. Gerçekten de çok başarılı bir ekmek oldu. Makina hamurunu hazırlayıp 1 saat dinlendirdim ve fırında pişirdim. Sadece telaştan telin üstüne almak yerine tepside soğutunca altı nemlendi, ama dilimleyip hafif kızartarak telafi ettim. Pastanın keki Burcu'dan öğrendiğim (orijini Emel Başdoğan'mış) çikolatalı pandispanya, ama yarım ölçü yaptım, çünkü 4 katlı yaparsam yarısı kalacak ve tüm kalan yarıyı ben yiyeceğim. Arasına kakaolu pastacı kreması ve frambuaz, üstüne de Hanimiş'in köpük pastasındaki İtalyan merengi yaptım. Yeni pürmüzümü kullanmak için mecburdum:)) Tatlı pek sevmeyen eniştem ikinci dilimi istediğine göre bu iş tamam... Ama görüntüyü daha profesyonel bir hale getirmek için biraz daha blog okumam lazım.
İşte haftasonu böyle geçti gitti. Pazar günü yine hüzünlü, dönüş yolu yine gözyaşlı, üstelik bir dahaki görüşmemize yani Nisan'ın birinci haftasonuna kadar 12 gün değil 19 gün olduğunu anlatmak zorunda kaldığım için daha büyük bir bozguna uğramış şekilde ayrıldık. Erdek'te aynı sitede oturan genç bir hanım daha bir gün önce, yola çıkan köpeğe çarpmamak için direksiyonu kırmış, trafik kazasında can vermiş. Biz oradayken yan apartmandan başsağlığına gitmiş hanımlar çıkıyordu. Babaanne bizi beklediği için gidemediğinden bahsetti ve herhalde bu olayın etkisiyle "et tırnaktan ayrılmaz, o hep senin kalacak, hayatı olduğu gibi kabul etmek lazım, yeter ki ölüm ayırmasın, sağlık olsun" gibi aslında doğru ama o söyleyince itiraz edesim gelen şeyler söyledi. Ben hıhı deyip merdivenlerden inerken arkamdan "Başka birini asla kabul etmem, senin yerin başka, bunun annesisin bir kere, asla başkası senin yerine geçemez" diyordu. Mammut durup dururken gerçeklikten kopuk, kendi yarattığı dünyada yaşayan bir akıl hastası olmadı herhalde, ve bu yönünü kimden aldığı da belli.
Lafı benim melek oğlum ve bu haftasonu tüm fotoğraflarda başrolü paylaşan bağırsak ile kapatıyorum. Anneler, Pınar sütün promosyonunun farkındasınız değil mi? Kemik'e eli girmiyordu, buna sığınca elinden bırakmadı. "Anne, bana beyin'i de al" dedi.

14.3.07

Pürmüz Macerası

Benim sevgilimin hediyeleri de böyledir işte... Paris kongresinden mutfak pürmüzü, Yunanistan'dan kocaman metal bir kalyon duvar süsü, Prag'dan renkli kristal likör kadehleri getirmişti... Bir de minik renkli taşları veya kristalleri olan zarif minik bir takı görürse dayanamaz. İlk aldığı spor kıyafeti ve iç çamaşırı takımı küçük geldiğinden kıyafet almaz. İlla uzak ülkelere seyahat etmiş olması da gerekmez. Malatya'ya gitmişse kuru kayısılar ve kayısılarla yapılan yöresel yemek tarifleri kitabı, Eminönü'ne yolu düşmüşse gıda boyaları, renkli toz şekerler, minik kalıplar alır gelir. Özel günlerde hediye almayı sevmez (pek çok erkek gibi), ama başka zamanlarda öyle çok hediye verir ki (benim tanıdığım diğer erkeklerin aksine) özel günlerde hediye beklemem ondan. Bunları anlatmamın nedeni de son seyahatinden getirdiği mutfak pürmüzü... Getirdiğinden beri "eh, creme brule yapmayı denersin artık" diyordu tabii. Doğumgünü, hastalık, içine gaz doldurulması, tam o gün Shrek'in elinde ayvalarla gelmesi filan gibi engeller aşılıp dün akşam sonunda deneme gerçekleşti.

Bir dolu tarif okuyup sonunda iki paket kremayı kaynamayacak kadar ısıttım. 8 yumurta sarısını 1/2 bardakla çırptım. Telle çırpmak ne kadar yorucuymuş öyle... Teli Shrek'e verip o çırpmaya devam ederken ben küçük güveç kaplarını çıkardım, büyücek derin bir tepsinin içinde dizdim. Sonra kremayı yumurtalı karışımın içine kattım ve sosluğu içinde su olan bir diğer sosluğun üstüne oturtup hepsini biraz ısıttım. Güveç kaplarına koyup,tepsinin içine de iki parmak su ekleyerek 170 derece 1 saat kadar pişirdim. Fırından çıkarıp soğuttuktan sonra, hemen tadına bakmak isteyen Shrek'i "yatmadan önce tadarız, önce tam soğusun" diyerek ikna edip buzdolabına koydum.


Böylece sıra 8 yumurta akını ziyan etmemek için yapılacak bir şey bulmaya geldi. İlk aklıma gelen beze yapma fikri Shrek'in hoşuna gitmeyince ben de Finansçı Keki yapmaya karar verdim. Hazır çekilmiş bademim de var hazır... Bloglardan derlediğim tarifleri bir gün denemek üzere topladıydım zaten. 8 yumurta akıyla yapınca diğer malzemeleri iki katına çıkarmak gerekti. 130 gr çekilmiş bademi bir tepsiye yayıp kokusu çıkana kadar (5 dk filan) fırınladım. 200 gr tereyağını erittim (tarifte kahverengiye döndürün diyordu ama benimki dönmedi, bademler fazlasıyla kahverengiye döndüğü için birbirlerinin açığını kapatırlar dedim). 8 yumurta akını önce 1 tutam tuzla mixerle çırptım, sonra 200 gr pudra şekeri ekleyip biraz daha çırptım. Kavrulmuş bademe 100 gr un, 1 paket vanilya, 100 gr toz şeker katıp karıştırdım; erimiş tereyağını da kaşıkla yedirdim. Sonra çırpılmış yumurta akı şeker köpüğünü de katıp kaşıkla yedirdim. Epey akışkan bir hamur oldu. Yaplayıp unladığım, fazlasını silkelediğim muffin kalıplarına paylaştırdım. 170 dereceye ısıtılmış fırında 20 dk pişirdim. İkinci partiyi 17 dk'da çıkardım ve bence daha iyi oldular. Üstlerine pudra şekeri serpmek de pek yakışıyor. Biraz soğuyunca kalıptan çıkarma ve telin üstünde iyice soğutma aşamalarından sonra, gecenin bir yarısında oturup finansçı keki ve creme brule denemelerini tattık tabii. Ben sözümü tutarım.

Finansçı'yı çok sevdik (özellikle de pek kek sevmeyen Shrek çok beğendi); creme brule'yi ya fazla pişirmişim, ya da fazla çırpıp köpürtmüşüm, ya da ikisi de, çünkü katı ve hafif süngerimsi bir dokusu olmuş. Gerçek creme brule yemeyeli de çok oldu, nasıl olması gerektiğini tam hatırlamıyorum ama böyle değildi galiba. Ama servisten hemen önce üstüne şeker serpip pürmüzle karamelize etme kısmı başarılıydı:)









11.3.07

Haftasonu Keyfi

Bana birşeyler oldu. Kötü birşey değil ama bir tuhaflık var. Hani Perşembe hastalanıp öğleden sonra 15'te uyuyup Cuma 11'de kalktıydım ya, Cuma sabaha karşı 3'te yatıp Cumartesi sabahı temizliğe gelen Saliha'nın kapıyı çalmasıyla 8.30'da kalktım. Cumartesi öğlen gibi dışarı çıktım, Rezzan'la Akmerkez'de buluştuk. Önce Home Store'da birer salata yiyip sohbet ettik. Ben şu evin kredi taksitleri yüzünden varlık içinde yokluk modelinde yaşadığım ve Nemo ile ilgili harcamalar hariç elimi cebime atmaya korktuğum için öğle yemeğimi Rezzan ısmarladı. (Aslında durum o kadar da vahim değil ama ben bir Yengeç olarak param bitecek borcumu ödeyemeyeceğim paniğiyle biraz abartıyorum tabii) Sonra o alışveriş ederken yanında dolaştım, girdiğimiz dükkanlarda "bak bu güzel, bak bu sana yakışır" dedim ve çok eğlendim. Halbuki ben kendi başıma çok zor alışveriş yaparım ve bir türlü seçemem, seçtiklerimde kendime güvenemem ve alırken danışacak biri olsun isterim. Şimdi ben asistan rolündeydim ve çok hoşuma gitti. gerçi Rezzan benim gösterdiklerimi almadı ama olsun:)


Bu arada, param olsa da ben bir şey alamazdım çünkü bu senenin modası 80'leri yaşamamış olacak kadar genç ve 34 beden kızlar için... Kocaman bebe yakalı bol büzgülü kabarık rengarenk kısa şeyler var ortalıkta. Hani yuvarlak robalı, japone kollu, önden düğmeli bebek yelekleri vardır, öyle yelekler yapmışlar. Yukarıdan aşağıya balon gibi inen tuhaf elbiseler, tunikler ve taytlar var sonra. 80'leri taklit etmemiş, sadece esinlenmiş olmak için vatkalara dönüş yapmamışlar neyse ki; üst bedenler daha 50'ler gibi. Ay, annem bunları görünce bir milyonuncu kez anlatacak yine o zamanki elbiselerini ve nasıl aynı modellerin yine moda olduğunu.

Arada hoş şeyler de var tabii, Mudo'daki romantik çiçekli elbiseler, Park Bravo'daki zarif ve çok feminen iş kıyafetleri ve Massimo Dutti'deki herşey güzel ve çok pahalıydı mesela. Param olsa da sezon başında almazdım ama. Özellikle Massimo Dutti öyle pahalı ama öyle birbirinden güzel şeylerle doluydu ki, Rezzan'la birbirimize bakıp "çıkalım burdan" dedik, çünkü içinden bir parça alacak olsak da anlamı olmazdı, bu dükkanın olduğu gibi gardrobumuzda olmasını isterdik, orası bizim giyinme odamız olsun:)


Akşamüstü Rezzan'la ayrıldık. O Antalya'dan bir doktor arkadaşı ve onun arkadaşıyla buluşmaya Ortaköy'e gitti, beni de çağırdı ama önce hık mık ettim, sonra dedim ne işim var tanımadığım iki adamla, çift çift dolaşırmış gibi. Eve giderken Ferahevler'deki Dikiş Kutusu'na uğradım. Dolaşırken gördüğüm bir dolu triko, delikli küçük hırkalar, bluzlar aklımda ya, o hevesle gidip açık yeşil merserize bir iplik aldım; sonra markete uğrayıp bir Burda, bir InStyle aldım. Bir keyif, bir keyif, sormayın.


Bu arada Shrek de bu haftasonunu kendi ogluyla geciriyor, o yüzden böyle tel başımayım. Cumadan aldı, cumartesini babaanneyi ziyaret ederek geçirdiler, hatta akşam eve dönerken kapıdan uğrayıp Garfield2'yi aldılar. Onlar kapıdayken "ayva tatlısı ister misiniz?" dedim. İsteyince dün akşamki ilk ayva tatlısı denememden bir kısmını bölüp verdim. O arada ben "kapıda dikilmeyin, içeri gelin" deyince girip bir dolaştılar. Böylece Süzmebal ilk defa benim evime gelmiş oldu. 2 dakikalığına ama olsun ...


Bunlar da ilk ayva tatlısı denemem... Portakal Ağacı'nın tarifine bırakılan yorumlardan birinde verilen tarifi uyguladım (kimindi hatırlamıyorum, okuyorsa kusuruma bakmasın). Limonlu suya soyduğum kabukları yayvan tencerenin dibini serdim, üstüne ayvalar, bir kenara çekirdekler, herbir yarımın çukuruna birer tepeleme çorba kaşığı toz şeker, çok kısık ateşte yumuşayana kadar... Su eklemeyince lezzeti içinde kaldı ama jölesi az oldu, şekeri de alışılandan biraz az kaçtı ama bence bizim için böylesi daha uygun zaten.

Bu arada iki gündür sabah kahvaltılarını domates-salatalık-light beyaz peynir salatası ve bir dilim kepekli ekmekle yapıp akşamları da sapıtmayınca tartı ve sevgili kot pantolonum beni sevindirdiler. Böyle olunca insan daha da hevesleniyor, kaçamak yapmıyor. Ben sadece tatmak için yarım ayva yedim, o kadar.


Cumartesi akşamı dergi karıştırıp çay içerek, yarım göz film seyrederken merserize hırkama model arayarak, sonra bulduğum modeli uyarlamaya çalışıp iki kez birer el yatımı örüp sonra sökerek, en sonunda modeli (yandaki) aynen uygulamaya karar verip bir el yatımı örene dek sürdü. Niyetlendiğimden daha düz bir model seçmiş oldum ama bu benim ilk merserize denemem. Bir dahakine daha süslü birşey yaparım. Bir baktım sabah ezanı okunuyor! Meğer saat sabahın 5'i olmuş. O zaman kuş cıvıltılarını fark ettim. Hemen gidip yattım tabii...


Şimdi Pazar öğlen. Shrek Süzmebalını eve bıraktı. Ben de birazdan giderim.

10.3.07

5 Bilinmeyen

Çakıltaşı'nın beni sobelediğini farkettiğimden beri aklım bir yandan sürekli bununla meşgul, benim kimsenin bilmediği neyim kaldı diye düşünüp duruyorum. (sobelediğini onun yazısından bir ay sonra gördüm, yoksa bir aydır düşünüyor değilim; o kadar da değil). Bu yazıya başlarken halen ne yazacağımı bulmuş da değilim, kendimi klavyeye bırakmaktan başka çarem kalmadı. Bir ara "hala anlatmadığıma göre onlardan gerçekten utanıyor olmalıyım" deyip beni utandıran şeyleri düşünmeye başladım ki bu sobe tehlikeli olmaya başladı. Sonra küçük, kimsenin bilmeyeceği kadar küçük detaylar aklıma gelmeye başladı. Gördüğünüz gibi lafı çevirip duruyorum, hala ne yazacağımı bulmuş değilim. Ya da eskileri karıştırmalı. Hah buldum bir şeyler galiba...

1.) Benim gözlerim 6-7 yaşlarında bozulmaya başladı, ilk ve ortaokul gözlüklü geçti; tam hatırlayamıyorum ama galiba orta sonda lens kullanmaya başladım. 1995'te lazer operasyonuyla hem gözlüğü, hem lensleri atmadan önce biri 5, diğer 7 derece miyoptum.

2.) Sonra ben üniversite yıllarında Haylaz'la çıkmaya başladığımda sigara içmeye de başladım. Ondan ayrılana kadar, tam 12 sene sürdü bu durum. Öyle tektük filan da değil, günde en sertinden bir paket... Mammut'tan ayrıldıktan sonra tektük içmeye başladım ama paket taşıma seviyesine dönmeden bıraktım yine, itiraf ediyorum, sanırım Shrek nefret ettiği için.

3.) Sonraa, benim kulaklarım yelkendi, 13 yaşıma kadar. Bunu komplex haline getirdiğimi düşünen annem (yani herhalde annem, yoksa o hep "babanla böyle düşündük" diye anlatır ama babam gibi rahat bir adamın payı olacağını hiç sanmam) lokal anesteziyle yapılan bir operasyonla bu durumu düzelttirdi. Evet, saçlarını toplayabilmek iyi bir şey tabii, ama öte yandan, o yaşta bir kızda özgüven eksikliğine yol açmaz mı böyle bir şey? Bilmiyorum, içerde bir yerde fazlasıyla onaylanma ihtiyacı duyduğum, bunu örtbas etmek için kimsenin onaylamayacağı şeyler yaptığım bir gerçek, ama bunun ne kadarının annemden kaynaklandığını bilemiyorum.

4.) Başka, başka, mmm, kadınların iyi dövüştüğü aksiyon filmleri hoşuma gider. Aklıma bir örnek gelmiyor, herhalde hatırlamaya değecek filmler olmadığından; ayrıca bu o iyi dövüşen kadının başrolde olmasını gerekmez, sadece bu tip sahne de olabilir. (Su anda televizyonda yarım göz izlediğim aptal bir aksiyon filminin bir sahnesi hatırlattı; film aptal ama savaşçı kadın sahnesi yine de hoşuma gitti.) Şimdiye kadar deneyip de yaparken en mutlu olduğum sporun kickbox olması boşuna değil demek ki, belki de içimde dışarı vuramadığım saldırgan bir enerji var, topu topu birkaç ay gitmiştim ama çok iyi gelmişti; iyice yaşım geçmeden devam etmeliyim. Bu yazının görseli de o antrenmanlardan bir görüntü olsun.

5.) Veee sonuncu bilinmeyen (yoksa anlamış mıydınız?): ben herşeyi çok ciddiye alırım. Mesela yurtdışına gittiğimde Shrek, yoluma çıkarsa, görürsem almam için bir şey ister, ben önce bulabileceğim dükkanların listesini çıkarır, adreslerini haritadan işaretler, bütün günümü onun istediğini arayarak geçiririmİ ya da Prenses (ablamın kızı) benden cheesecake tarifi istediğinde en güvenilir bloglardan 5 tarif kopyalayıp maille gönderirim. Sessiz sinema ya da tabu oynarken puan kazanmayı gurur meselesi yaparım. Örnekleri çok da şimdi aklıma gelmiyor.

Benden bu kadar. İyi bir beyin jimnastiği oldu ama vallahi yoruldum. Sobelenmeyen kimse de kalmamıştır herhalde, ben kimseyi sobelemiyorum.

9.3.07

Biraz Deniz, Biraz Uyku, Bütün İsteğim Buydu

Dün sabah, her zamanki gibi şirkette kepekli ekmek tostumu yedikten sonra midem bulanmaya başladı. Bu benim pek aşina olduğum bir his değil, çünkü midem fazlasıyla sağlamdır. En son ne zaman bulandığını bile hatırlamıyorum. Bir gece önce Shrek'le kendimize Çin Yemeği akşamı yapmıştık, dolayısıyla yediğim bir şey kötü gelmiş de olamaz. Ayrıca mide bozulmasının muhtemel diğer bileşenlerinden de eser yok. Öğlene doğru iyice arttı, bacaklarıma iğneler, kollarıma bıçaklar batmaya başladı; üşümeye de başlayınca revire indim. Ateşim henüz yoktu ama çıktığına eminim. Yarım saat kadar yatıp dinlendim. Kalkmadan önce hemşire tansiyonumu da ölçtü, 10-6, e belliydi zaten. 13.30'da geçirdiğimiz çevre denetiminin kapanış toplantısı vardı. Ona da katılıp eve gittim. Neden ben hep Shrek seyahatteyken hastalanıyorum acaba?.. Pijamalarımın üstüne kalın kırmızı sabahlığıma sarınıp, ayaklarıma ev çoraplarımı geçirip üstüme battaniyeyle salondaki kanapeye yattım. Arada su içmeye ve kanapeden yatağıma gitmek için kalktım sadece. Arada Shrek'in nasıl olduğumu sormak için ettiği telefonları saymazsak dün saat 15'ten bugün saat 11'e kadar uyudum. 20 saat uyumuşum yani.

Şimdi daha iyiyim. Yeniden salona geçtim, yarım göz televizyona bakarken bir yandan blog güncelleyecek kadar iyileştim.

Aman aman, Jamie Oliver neler yapıyor öyle?.. Patatesleri kabuğuyla parmak parmak doğrayıp, 7 dk kaynayan suda haşladığını söylüyor. Tavaya bolca zeytinyağı koydu. Bir baş sarmısağı parçalayıp kabuklarıyla tavaya attı, sonra da süzdüğü patatesleri katıp yüksek ısıda biraz hoplattı; 200 dereceye ısıtılmış fırının içinden çıkardığı sıcak tepsinin üstüne yaydı, ve tekrar fırına. 15-20 dk tutacağını söyledi galiba. Ay ay, şimdi de üç dal taze biberiyenin yapraklarını limon kabuğu rendesi ile tavanda eziyor, tuz ekleyip biraz daha eziyor ve süzgeçten geçirip biberiye tuzu yapıyor. Kendi çektiği etten yaptığı kıyma ve kendi baharat karışımıyla (galiba kimyon ve kişniş) hamburger köftesi yapmıştı öncesinde de. Yanına yaptığı da resmen çoban salata, ama hepsini doğradıktan sonra niye sosunu da tezgahın üstünde karıştırdı anlamadım.

Geçen akşamki tatlı-ekşi soslu tavuk ve tatlı-ekşi soslu fener balığını anlatmadan geçmek istemiyorum. Tam masaya oturacakken fotoğrafını da çektim üstelik. Tarif vermeye gerek yok, çünkü bu blogun ilk zamanlarında verdiydim. Sadece şeftali yerine ananas, şeftali suyu yerine de ananas suyu kullandım. Evet, aynı sosla iki çeşit yapmayı denemek iyi fikirdi ama iki kişi için çok fazlaydı.

Galiba ben gidip biraz daha uyuyacağım. Çok yoruldum.

8.3.07

8 Mart Kadınlar Günü

Ben bu birşey günlerini pek anlamlı bulmam. Belki Sigarayı Bırakma Günü olabilir, çünkü bırakmak isteyen insanların kendilerini harekete geçirecek bir şeye ihtiyacı olabilir. Ama insana değer vermeyen, davranışlarının veya içinde bulunduğu sistemin adaletsizliğini algılamayan biri hiç Dünya Kadınlar Günü diye uyanır ve bir anda değişir mi hiç?
Ama bu günü kutlamak icin şirketteki kafeteryadan yukarıdaki çiçeklerle süslü çikolata tabağı hediye gelince yazmasam olmazdı:) Ne zarifler değil mi?

7.3.07

23 Numara


İtiraf ediyorum. Cumartesiden beri gidip gelip pastanın kalanını bitirdim, Shrek sadece bir dilim aldı. Halbuki ne güzel, pantolonlar hafiften bollaşmış, kuş gibi hafif hissetmeye başlamıştım. Üstelik böyle bir raydan çıkma durumu olunca dün şirkette (normalde sadece birşeyli salata yerken) güvecte nohutu görünce dayanamadım. Muzu da aksamüstüne saklamak yerine öğle yemeğinin üstüne yedim. Aksamüstü bir dondurma, aksam yemegi yerine bol karbonhidratli bir cay sofrasi, ipin ucu iyice kacti. Acilen toparlanila!


Dün gece cay-karbonhidrat faslından sonra 23 Numara filmine gittik. Jim Carrey'i ikimiz de çok severiz zaten. İlk dönem komedileri pek benim tarzım değil gerçi, ama Shrek yanımda kahkahalar atarak seyredince bana da sempatik gelmeye başladı. Esas Truman Show, Magestic, en son da Eternal Sunshine of a Spotless Mind'da sevdim ben Jim Carrey'i, filmlerini hevesle bekler oldum. Me, Myself and Irene de cok iyidir ama. Yüzeydeki komedinin altında insan doğasına ilişkin çok güzel tespitleri vardır; "insan görmek istemediğini görmez" gibi. Lafı dağıttım; özetle 23 Numara'yı ben beğendim. Bence iyi bir psikolojik gerilim, ayrıca müzikleri çok güzel. Diğer Jim Carrey filmleri gibi iz bırakır, uzun zaman hatırlanır mı bilemem, sanmam ama salondan hoşnut çıkıp ertesi sabah "güzel filmdi canım" dedirten cinsten. Gece eleştirileri okudum; özellikle Amerikan eleştirmenler ve seyirciler pek tutmamış. Niye öyle dediklerini de anlıyorum ama aynı fikirde değilim.

Jim Carrey'in karısını oynayan Virginia Madsen'ı başka filmlerinde fark etmiş, sanırım biraz da kemerli burnu yüzünden güzel bulmuştum. Burada da hoştu. Filmde pek vurgulanmıyor ama butik pastanesi var; hatta kocasının işyeri partisi için köpek şeklinde kocaman bir pasta yapıp gönderiyor. Köpeğin pasta sıvaması da benim balığımdan daha profesyonel görünmüyordu doğrusu:)

5.3.07

Iyi ki Dogdun Nemo

Bugün Nemo’nun dogumgünü, dogali tam sekiz sene oldu. O artik 9 yasinda oldugunu söylüyor; aslinda 9’dan gün aldi, 8 yasinda, ama ben de bozmuyorum tabii. Bir haftadir stresten öldüm, önce dogumgünü partisi yapamayacagim diye; sonra akraba arasi yaparim ama cocuklar olmayinca Nemo eglenmeyecek diye; en son da (sirketteki birkac arkadasa Cumartesi cocuklarini alip gelirler mi diye sorduktan sonra) cocuk partisi nasil yapilir diye düsünmekten sanki gece bile aklim bunlarla mesguldü. Bizim dogru dürüst bir ail yasantimiz olamadigi icin görüstügümüz dostlarimiz, eve gelen misafirlerimiz, hele de cocuklu arkadaslarimiz olmadiydi hic. Tam Nemo 4 yasina geldi, yavas yavas yuva arkasliklari baslayacakti ki bu olaylar patlak verdi, sonra da ayri düstük. Ne kalabalik misafir agirlama, ne de cocuk partisi tecrübem yok diye kendimi cok acemi, cok antrenmansiz hissettim. Iki gün boyunca parti temasi üstüne düsündüm durdum. Sonra Nemo’nun balik burcu olmasindan yola cikarak denizalti temasinda karar kildim. Dinozorlar da olabilirdi, cünkü bu aralar pek merakli, ama davetli cocuklar 3, 4 ve 10 yaslarinda üc erkek cocuk ve 4 ve 5 yaslarinda iki kiz cocuk olunca denizalti ortak ilgi alani olmak icin daha uygun geldi. Sonra kizlarin biri hastalandi, digerinin annesinin isi cikti ama bunu bilemezdim. Cuma gecesi Nemo’yu alip geldigimde henüz hicbir sey hazir degildi. Biraz da dogumgünü arifesi oldugu icin Mammut keyfimizi kacirmaya firsat arayarak vermezse diye elim varmadi, ama kafamda planladim herseyi. Sonra kalan zamanda planladiklarimin yarisini yapamadim tabii ama yapilanlar da yetti aslinda, yani umarim yetti, umarim konuklar ayip olmasin diye öyle dememislerdir.
Cuma gecesi eve geldigimde sabahtan yumurta ve tereyagi buzdolabindan cikarmadigimi fark edince pandispanya isini sonraya birakip patatesleri haslayarak basladim ise. Haslanan patatesler “Kirmizi biberli yesil zeytin kubbesi icinde patates salatasi”na dönüstü sonra. Nemo gördügünde sevincle “aa anne, sen pasta süslemecisi olmaliymissin, patates salatasini bile pasta gibi yapmissin” dedi. Yavrum, bir görse pasta bloglarini fikrini degistirecek ama bilmiyor ki...
Pastayi yaparken de uzun süre ne olduguyla fazla ilgilenmedi, ya da öyle göründü ama pasta en son halini aldiginda basina gelip hayret cigliklari atarak “pullari bile var, harika olmus” dedi. Gece 2’ye kadar mutfakta kalmak ise yaradi. Insan bu ise kalkismadan önce ne sorunlarla karsilasacagini da kestiremiyor (ya da ben); mesela büyük servis tabagi bile kücük gelince tepsiye aluminyum folyo sarma fikri dogdu. Ilk damlattigim kremayi da daha fazlasini kenara döküp üstünü bisküvi kiriklariyla kaplayarak dipteki kumlar diye acikladim.
Burcu’dan gördügüm balik kraker fikrine balik seklindeki güvec kaplarina cips koymayi ekledim; Digiturk’te müzik kanali acip akvaryum görüntüsünü dekora katmak fikri de yine Burcu’nun partisinden. (Fotograftaki ablam; telefonda hep karistirirlar bizi ama dis görünüsümüz hic benzemez) Nemo’nun deniz hayvanlarini da masayi süslemek icin kullandik. Pasta da internetten bulunmus bir fikir; orada balik dik duruyordu, benim gözüm kesmedi dogrusu. Pastanin keki de Burcu’nun tarifini verdigi, en cok sevdigini söyledigi kakaolu pandispanya. Onun blogundan okudugum detayli tarif sayesinde ilk pandispanya denemem cok basarili oldu. Gecenin 2’sinde firindan cikinca sogusunlar diye telin üzerinde birakip gidip yattim, sabah kurumus bulacagimdan cok korktum. Belki orijinal hallerinden biraz daha kuruydular ama cilekli sütle islatilmis halleri konuklardan övgü topladi. Sule hem oglu cok keyifsiz olmasina ragmen sirf Nemo’nun partisi partiye benzesin diye kalkti geldi, hem de yaninda kendi yaptigi renkli kurabiyelerle kardesinin yaptigi keki getirdi. Annemin tek misafir sofralik spesiyalitesi olan “tavuklu közlenmis biberli pirinc salatasi”ni da katinca sofra epey senlikli oldu dogrusu. Hangi sirayla ne yapilir konusunda biraz elim ayagima dolasti ama neyse, kimse yabanci degil. Bu arada, ilk gelenlere cay yaninda sicak kanapeler ikram etmek iyi fikirmis. Dilimli tam bugday ekmegini karelere bölüp üstlerine biber sosu, ketcap, kekik, zeytinyagi karisimi, üstüne de yumurta, rende kasar, salam karisimi koyup firinlamistim. Biber sosu biraz aciymis, iyi ki cocuklar hic ilgilenmedi.
Cocuklarin sürekli birlikte oynamak istemeyeceklerini düsünerek bir de boyama masasi hazirlamistim. Sünger Bob kahramanli boyama sayfalari, renkli kaselerde boyalar özellikle kücüklerin ilgisini ara ara cekti. Fotograflarda pek cikmamis ama her tarafta ipe dizilmis ücgen flamalar ve balonlar vardi. Bu sefer fotograflari ben cekmedim, yegenimin erkek arkadasina verdim makinami, cünkü fotograf cekeyim derken olayi kaciriyorum. Ustelik bir tane, biraz odaklanma sorunu oldugu icin az flu ama cok güzel bir pozumuz var, Nemo’la sarilismis, tüm yorgunluga deger. Giderlerken cocuklara birer balon, birer de ici sürpriz hediyeli Sünger Bob dergisi verdik ki akillari kalmasin.
Simdi buzdolabinda topkek yapar üstünü deniz temali süslerim diye hazirladigim mavi krema, yapmaya firsat kalmayan kokteyl sosisler ve top köfteler, aci ciktigi icin kullanmadigim kornison tursu ve unuttugum kokteyl domatesler kullanilmayi; koca bir kase pirincli salata ve pastanin kuyrugu yenmeyi bekliyor; keki anneme verdim, yoksa oturup hepsini yemem işten bile degildi.
Parti bittikten sonra Akmerkez’e gidip dogumgünü hediyelerini Nemo’yla birlikte sectik. Eve dönünce Nemo film seyretmek icin kanapeye uzandi, ben de sarilip yanina yattim. Uyanip yatagima gittigimde saat yine 2 olmus, Nemo beni uyandirmadan kendi yatagina gitmisti.
Pazar sabahi biraz ödev, biraz film seyrederek gecti; sonra “Farecik ile Cirkin Ordek Yavrusu” filmine gittik. Nemo baslarda epey güldü ama genelinde vasat bir film. Yine de bütün cocuklular gidecek mecburen, bu is böyle... Sonra yine eve döndük, banyo, bir film daha derken vakit doldu. Bu haftasonu hic yetmedi bize. Yaptiklarimizi hep kostura kostura, hep aceleyle yaptik, tam keyfini cikaramadik. Odevlerini bile dönüs feribotunda tamamladik. Hep secmek zorunda kaldik, birini yapinca öbürüne vakit kalmiyordu cünkü. Dogumgünü hediyeleriyle oynayamadik bile. Artik bir dahaki sefere... Dayanamadim, “babana hic sordun mu, sen Istanbul’dasin, annem Istanbul’da, ben niye Erdek’teyim diye” dedim. Cocugun aklina isyankar fikirler sokmak da istemiyorum. Babasinin öfkesiyle bas etmek zorunda kalmasin bir de, ama gecen haftasonu babasinin isi oldugunu, gelemedigini söyleyince, üstelik ben haftaici gelmistir dedigimde de “haftaici nasil gelsin ki, ise gidiyor” deyince dayanamadim. Neyse, hic olmazsa dogumgününde orada olacak; dün birakirken oradaydi cünkü.