23.6.10

44

Dün Yargıtay'da velayet davasının temyiz duruşması vardı.
Ben Pazartesi sabahtan 7 uçağıyla gittim, bizim dağıtım ekibinin takım çalışması, iletişim, problem çözme ağırlıklı eğitimine katıldım. Bütün günü güneş altında geçirdiğim için göğsümde, bir örnek polo tişörtlerimizin yakasından açık kalan küçük v şeklinde kırmızı bir güneş yanığım var. Akşamı da Gölbaşı'ndaki Beykoz Restoran'da geçirdik. Su kenarında, iskele üzerinde, Erzurum'dan İzmir'e, Samsun'dan Adana'ya yurdun dört bir yanından 34 adam, bir de ben yemek yedik. Salı sabahı onlar bölgelerine dönerken ben de duruşmaya gittim.
Benim avukat gelmeyip yeni aldıkları kızı göndermiş. Ben de ilk kez karşılaşıyorum. İyi niyetli, dosyayı okumuş, ama bütün olaylar aklında karışmış, içeride ne diyeceğini sorduğumda duraksayarak genel şeyler söyleyen, çok zayıf, siyah dağınık saçlı bir kızcağız. Mammut da oradaydı. Avukatı yanında yoktu. Hazırladığı bir yazıyı hemen hemen ezberlemiş, az göz atarak bir konuşma yaptı. Özetle "Sayın Hakimler, bu kadın kocasıyla evliyken benimle birlikte olmuş, evli olduğunu benden gizlemiştir; daha sonra kocasından ayrılmasına rağmen bu karakterde bir kadınla ben evlenmek istemedim; ancak oğlumuz doğunca onu nüfusuma geçirdim, soyadımı verdim, kendisine de evlenme teklif ettim ancak o gerek olmadığını söyledi. Bir süre sonra evi terk etti, ben ve oğlum tatil gidip döndüğümüzde evin anahtarlarını değiştirip bizi eve almadı. Ben ve annem 7 yıldır oğlumla Erdek'te yaşamaktayız. Ben üvey baba ve üvey anne ile yaşamanın ne olduğunu çok iyi bildiğimden asla oğlumun böyle yaşamasını istemem. Bu kadın şimdiki kocası ile de birlikte olduğunda adam evli ve çocukluydu. Ayrıldığı karısı bizzat bana bu adamın sinirli, kendi çocuğuyla bile ilgilenmeyen bir adam olduğunu anlattı. Öyle agresif ki önce beni hırsızlıkla suçladı, sonra adliye kapısında üstüme saldırdı; bununla ilgili zabıt dosyadadır. Oğlum hep beni örnek almıştır, böyle olmaya da devam etmelidir. Ben özel olarak talip etmiş olmama rağmen Erdek'teki sosyal hizmetler görevlisinin yerinde incelemesi dikkate alınmamış, çocuk annesinin yanında tatildeyken İstanbul'da dinlenmiştir. Elimdeki bu yazı da oğlumun kendi el yazısıyla, o adamla birlikte yaşamanın nasıl olduğuna dair kaleme alınmıştır" derken tam başyargıç sözünü keserek "bir dilekçeyle dosyaya koyarsınız, okumanıza gerek yok" dedi ve konuşmayı bitirdi.

Bunun üstüne ben kalkıp konuşmak istediğimi söyledim. Hem asil hem vekil konuşamazmış. Tamam, vekilim konuşmasın, ben konuşacağım dedim ve sesim titreyerek de olsa kısa bir konuşma yaptım. "Hazırlıksız konuşacağım ancak bu yalanlarla dolu hikayenin gerçek yüzünü anlatmak durumundayım" deyerek başladım. Dilim döndüğünce "gerçekte oğlum 4 yaşındayken ayrıldığımızda benden intikam almak için oğlumu defalarca kaçırıp uzaklaştırmış, bulamayayım diye başka şehire, kendi orada oturmamasına rağmen, babaannesiyle birlikte yerleştirmiş, savcılığa şikayet edip polis yardımıyla oğlumu her geri aldığımda yeniden kaçırmıştır. Ancak ben velayet için dava açtıktan sonra tedbir kararı sayesinde oğlumu görebilmiş, arada göremediğim uzun zamanlar olmuştur. Oğlum her seferinde mahkemeler ne zaman bitecek, ne zaman beni alacaksın diye sormuştur. Bir yıldır sonunda oğlumla birlikte huzurlu bir hayat sürmekteyiz. Eşim de medeni bir insandır. Oğluma babasından çok daha iyi örnek olacaktır. Dosyada kimin saldırgan olduğunu gösteren pek çok kanıt vardır. Ben oğlumu almaya çalışırken beni darp etmiş, evimi, eşyalarımı kırmış, sulamış, parçalamıştır. Mahkeme çıkışında saldıran da kendisidir. Oğlum okuluna gitmekte, düzenli, huzurlu, mutlu bir hayat sürmektedir. Üstelik herşeye rağmen, ben babası gibi yapmayıp kendisiyle görüşmesini engelememekteyim; tedbir kararı uyarınca haftasonları babasını da görmektedir. Velayetin benden alınması için hiçbir neden yoktur. Yerel mahkemenin verdiği kararın onaylanmasını rica ederim" dedim. Heyecandan ölüyorum sandım. Tabii daha neler neler söylenirdi ama o anda aklına gelmiyor ki...

Çıktığımızda bardaktan boşanırcasına bir sağnak bastırdı. Hemen kendimizi bir taksiye attık. Avukat hanımı adliyeye bırakıp havaalanına gittim. Yolda taksi şöförüyle biraz konuştuk. O da çocuğunu 8 ay annesine göstermemiş. "Mesajlaşırken yakaladım, aslında öldürmem gerekirdi ama babasını çağırıp evine geri gönderdim. Burnu sürtüldü. 65 kilo gidip 48 kilo döndü. Adamı da buldum, görüşmemişler bile, mesaj servisiyle tanışmışlar. Çok makul konuştu, abi evli olduğunu söylemedi bana dedi. Sonunda çocuklar için barıştık, ama hala çok pişman"...

Aslında Pazar günkü 25. mezuniyet yılını anlatacaktım ama Yargıtay hikayesi araya girdi; kronolojik sıraya göre değil, önem sırasına göre anlatmış oldum. Törene bizim şubeden 6-7 kişi ancak geldi. madalyalarımızı, sertifikalarımızı aldık. Yan şubeden bir grup 25 yıl sonra ilk kez beni gördüklerinde "dory gençleşiyor sanki" dediler. Sonra biri "evet, çünkü bir lisedeyken dory yaşına ve hepimize göre çok daha olgundu, şimdiyse bize göre daha genç.. o yüzden bize gençleşiyor gibi geliyor" dedi. Hmm, çok mantıklı...

Bir de, bugün benim doğumgünüm. 44 oldum dolu dolu. Şirkette panoya haftalık doğumgünü listesini astıkları için gören 5-6 kişi, facebooktaarkadaşlardan birkaçı, bir de ablam kutladı. İş çıkışı Nemo'yu almaya gittiğimde annem hatırlamıyordu ama eve dönünce telefonla arayıp kutladı; artık kendimi hatırladı, ablamla konuştular da mı hatırladı bilemem. Ev halkında tık yok... Bir yıl daha yaşlandığımı hatırlatıp üzmek istemiyorlardır:))

19.6.10

Başdeğirmen / İklimler / Karne

Geçen haftasonu Başdeğirmen'e gittik. Karamürsel'den 7-8 km içeride bir alabalık çiftliği. Kocaman ağaçlar arasında kuş seslerinin derenin şırıltısına karıştığı bir yer. Arka kısmında 15 kadar küçük evle bir havuz bulunan bir konaklama tesisi de var. Biz de kalmaya gittik zaten ama çevreden kahvaltıya veya yemeğe gelenler de epey çok. Cuma gecesi gidip Pazar öğleden sonra döndük.

Çocuklar ormanda fotoğraf yürüyüşümüze katıldılar; buldukları dallarla silah yaptılar; birkaç saat havuzda kaldılar; sonra da TV seyredip psp oynayarak günü bitirdiler. Yemekten sonra 3-5-8 oynamayı öğrettik; Süzmebal sabırlı ve daha ilgili, Nemo ikinci tura kadar dayanıp psp'sine döndü.

Alabalık hariç bütüm yediklerimiz çok güzeldi; o da ne yapsan bir şeye benzemiyor zaten. Masaya oturunca hemen salata, bal-tereyağ, fırında kızarmış köy ekmeği, güveçte mıhlama ve kaşarlı mantar geliyor. Sonra ana yemek olarak güveçte alabalık, tavuk ve köfteden birini seçiyorsunuz. Sabah kahvaltısında mantarın yerini sucuklu yumurta alıyor - tabii yine güveçte. Kahvaltının ası güzel bir domates salatası - bol zeytinyağlı; tereyağ, kaymak, bal, çilek reçeli, köy peyniri, mükemmel zeytinler, tadımlık börek ve yine fırında kızarmış köy ekmeği...

Benim için tatil roman okumak demek. Evde işler beklerken ben gidip kendime sakin bir köşe bulup, çayımı alıp roman okuyamıyorum işte; bir tek tatilde okuyabiliyorum. Bu haftasonu da epeydir okumak istediğim bir kitap yüzünden gerçek bir tatile dönüştü: Andre Maurois'nın İklimler adlı romanı. Neden hep aynı duruma düşüp duruyorum diyordum ya, cevabını buldum; ben Isabel'in sınıfındanım da ondan. Odile'den içimde hiçbir iz yok...

Kitabı bana Nemo'nun özel öğretmeni verdi. Onun çok sevdiği bir kitapmış. Ders aralarında, hayattan bahsettiğimiz o 5-10 dakikalık molalarda nasıl bir yoğunluk yakalamışız ki bana verdiği kitap böylesine derinden etkiledi... Bir seferinde (bir ders çıkışında) kitaplardan bahsediyorduk yine; bana "bana ödünç verebileceğiniz bir kitap var mı? şu ara elimde hiç yeni kitap kalmadı" dedi. Ben de içeri gidip kitaplığın önünde durdum; biliyorum ki roman seviyor o da - gözüme Max Frisch'in Stiller'i çarptı, onu verdim. Aynı hikayenin ya da hikayenin farklı bölümlerinin farklı anlatıcıların ağzından anlatıldığı romanlara zaafım var; tesadüfen ikisinde de bu özellik var. Tamamen tesadüf. Stiller'i verdiğimde daha İklimler'i okumamıştım ki...


e-okul çıkalı beri karne heyecanı kalmadı. Nemo'nun karnesinde bu dönem matematik ve fen 5, türkçe ve sosyal 4, ingilizce 2. İngilizce ortalamasını çok aşağı çekmiş ama yine de teşekkür almış. Bugün bütün günü bilgisayar-psp-wii-tv arasında geçirirken pek keyifliydi. Muhtemelen tatil boyunca başka hiçbir şey yapmak istemeyecek. Her akşam eve geldiğimizde Paris'e özeniyorduk ya birlikte, bütün gün evde ve hiçbir şey yapmıyor diye... şimdi sıra Nemo'da.

7.6.10

Mayıs

Yoruldum galiba. Mayısın sıcak günlerinde hep hayalimde tüm gün bir şezlongda yatıp kitap okumak vardı. Sıcak bir havada, geniş gövdeli bir ağacın serin gölgesinde. Ya da deniz kenarında bir çardak altında da olabilir. Okuduğum da mutlaka bir roman olsun. Biraz okuyup, yorulunca kitabı açık şekilde karnımın üstüne bırakıp şekerleme yapayım, sonra uyanıp devam edeyim diye düşlüyordum... Oysa ufukta tatil planı yok. Çocuklar Temmuz'da yok, biri babasında, diğeri dedesiyle tatilde. Shrek işleri yoluna koymadan aklım burada kalır, tatil yapamam diyor... Ağustos'ta Nemo'yu bir İngilizce yaz okuluna göndermek istiyorum. Durum ümitsiz.
Benim cephe aynı; yine çok yoğun, iş yerinde iki satır yazacak zaman bile zor, evde de ben genelde yorgun... Ufak tefek günlük hayat değişiklikleri var tabii...
Enerjimi arttırmak için hafiflemeye çalışıyorum, sebze-salata-meyveyle besleniyorum.
Yarım gün gelip hem evin işlerini yapan, hem de okul dönüşü Nemo'yu karşılayan Emine Hanım işi bıraktı. Artık Nemo okuldan sonra anneme gidiyor, ben iş çıkışı uğrayıp onu alıyorum. Öğretmenlerden birini de anneme yönlendirdim, haftada iki gün biraz daha geç alıyorum. O aralığı da spor salonuna giderek değerlendireyim dedim ama sadece bir-iki kez fırsat oldu, diğerlerinde ya iş uzadı, ya başka bir iş çıktı.
Paris'i veteriner fakültesinde ameliyat ettirdik, mikrop kaptı... antibiyotiklerle, serumlarla ölümden döndü... şimdi iyi. Ameliyat sonrası evde yalnız bırakamayacağımız için Shrek'in annesiyle babası baktı. Gece bile başında nöbet tutmuşlar. Biz de daha sonra onlara giderken Paris'i de götürdük; bu kez gezmeye..Öyle sevindiler ki anlatamam. Onların kedisi Cancançok sevinmedi, ama sesini de çıkarmadı.


Nemo geçenlerde bir haftasonu babasına gitmek istemediğini söylüyordu; ben de nasıl istersen, ama babana bunu söylemen gerekir diyordum. Cumartesi sabahı babasıyla olan sms diyaloğumuzdan sonra o da konuştu, iyi hissetmiyorum, hastalanıyorum, midem bulanıyor sözlerini duyunca yalan söyleyip sorunu erteliyor, çatışmadan kaçınıyor sandım; ama bir de baktım gerçekten hasta, ateş 38,8'a kadar çıktı gün içinde. O aralar bir salgın enfeksiyon varmış zaten, yüksek ateş, mide bulantısı, kusma ile seyreden; Nemo'da da hepsi vardı. Bende de başağrısı ve hafif boğaz ağrısı... Anne-oğul başbaşa evde kaldık... Doktorumuz da seyahatte olduğu için bol sıvı ve parasetamol ile iyileşmeyi bekledik.

Sonra Nemo 4 otobüs dolusu 5.sınıf öğrencisi ile Ankara'ya gitti. Akşam ve sabah öğretmeninin cep telefonundan konuştuk; 1.gün şehri gezmişler, çok yorulmuş, çok da sıcakmış. 2.gün Anıtkabir'e ve Meclis'e gidip akşam da döndüler.
Sanırım tipik bir erkek annesi olarak bir gece önce o oyun oynarken ben çantasını hazırladım; harçlığını pantolonunun fermuarlı ceplerine paylaştırdım; yalvar yakar banyoya soktum; bütün bunlar da "minik oğlum büyümüş de tek başına seyahate çıkarmış heyecanı" içinde...
Arkadaşlarından ayrılmamasını, molada indiği otobüsü iyi bellemesini, oyalanmadan otobüse dönmesini, otelde eşyalarını unutmamasını tembihleyip durdum.
Nemo ise hem durumun keyfini çıkardı, hem de gülerek "anne, kediyle konuştuğun sesinle konuşuyorsun benimle" dedi.
Ne tuhaf değil mi? 6 seneyi uzakta geçirdik, ama bir geceliğine seyahate yollarken heyecanlanıyorum...
Arada keyifsiz, yoğun, yorgun haftalar da geçiyor. Bazı günler yazacak olsam, kapkara ve umutsuz bir dünyadan şikayetler okurdunuz. Herkesin hayata öğrenecek bir ders için geldiğine, ve öğrenene kadar tekrar tekrar aynı dersten sınava girmeye devam ettiğine dair sızlanacaktım.
Aslında cevabı da bildiğimi sanıyorum, kendi gündemini yaşamak gerek... ama işte, bilmek başka, yapmak başka.
Ertesi gün ise, mesela fabrikada yeni bir proje lansmanı yapılacak; öğleden sonra bahçede müzik, panayır abur-cuburları olacak; proje görsellerinin basılı olduğu defterler dağıtılacak; müdürlerin bu işi sahiplendiğinin, desteklediğinin gösterisi olarak da takım üyeleriyle bir örnek tişörtler giyeceğiz diye kot pantolon, kırmızı spor ayakkabı giyip, kırmızı küpelerimi takıp işe gidiyorum ve nasıl keyifle dolaşıyorum anlatamam...

Arada bir, birkaç gün "sabahları sıcak su içinde 2 çorba kaşığı elma sirkesi-1 çorba kaşığı bal, 2-3 saat sonra bir elma" kürü uyguluyorum; o da iyi geliyor.

Bazı haftasonları ise ev işiyle geçti. Yazlık-kışlık dolap operasyonu, 3-4 çeşit sebze pişirip buzdolabına atma (normalde pek huyum değildir), biraz ütü derken gün bitiyor zaten. Bu tip işlerin de kendine has bir dinlendirici tarafı var doğrusu. Haftaiçi akşamlarında -koşu bandında da olsa- yürüyüş zamanı arttırmaya yaraması da cabası...

Bir haftasonu kapalı havaya, hatta zaman zaman yağmurlu havaya rağmen Kefken'e gittik. Otobandan değil de Polonezköy-Şile-Ağva üstünden gidelim dedik; orman içi yollarda, bir anda şehirden çok daha uzakta, tatilde hissinden ben hoşnuttum ama yol 3 saat sürüp bir de son kısmı virajlı olunca çocuklar yoruldu. Yazın arabayla güneye insek ne olacak dediğimde bir ağızdan "arabayla mı? niye uçakla değil?" dediler...
Karadeniz'in daha zamanı gelmemişti. Tek açık yer Liman otel olunca, yatak büyüklüğündeki odada sabaha kadar üşüdük. Sabah pembe kayalarda fotoğrafçılık oynarken yağmur yağması da teknik açıdan hoş olmadı, ama bu kez de çocuklar çok eğlendi, yaza yine gelelim, kayalardan denize girelim, yengeç yakalayalım diyorlardı. Biz ışıksız fotoğraflarımızı çekip Cumartesi öğlen dönüşe geçtiğimizde de arkamızdan güneş açıyordu...

Geçen hafta enerjim yükseldi, Nemo'nun hocasının anneme gittiği, benim oğlanı daha geç aldığım günlerde iş çıkışı spor salonuna gitmeye başladım (daha 2 kez oldu ama olsun). Gittiğim yer de Kalender orduevinin Ferahevler sırtlarındaki kartal yuvası gibi tesisi. Amiral çay salonuyla subay çay salonu arasında, panoramik boğaz manzaralı, bomboş (en fazla bir emekli paşa) bir yer. Aletler biraz eski model ama temiz. Salonda çalışmak biraz sıkıcı ama şimdi yeni heves, manzara filan, çıkarken çok iyi hissediyor insan...
Benim peder asker emeklisi bir çocuk doktoruydu; doğduğum sene ordudan ayrıldığı için ben hiç asker çocuğu gibi hissetmedim. Annem sevmez diye kamplara hiç gitmedik. En fazla Sarıyer orduevinde bir akşam yemeği veya Kalender'in havuzu... Kurallarından sıkılır sevmezdim, ama artık o kurallı, korunaklı durum şimdi hoşuma bile gidiyor... kesin yaşlanıyorum!

Geçen hafta -2 senedir ilk defa- lise arkadaşlarıyla buluştuk. 20 kişi toplanarak bir rekor kırıldı. İki hafta sonra da mezunlar gününde 25.yıl plaketlerimizi alacağız. Tuhaftır, kızlar çok iyi durumda, hatta eskisinden de güzel; erkeklerin ise yarısı aynı kalmış, diğer yarısı göbekli, beyaz saçlı -o da kaldıysa-, hatta saçları dökülmüş bir halde...
Bu da züğürt avuntusu!