5.12.09

Nemo Yeni Okulunda

Bayramı kazasız belasız atlattıktan sonra sıra geldi okul faslına. Nemo bir heyecanlandı ki sormayın. Salı öğlen eve gidip onu aldım, beraber okula gittik, seviye sınavına aldılar. Başlangıçta kilitlenmiş, sonra yavaş yavaş açılmış. Rehber öğretmen onunla konuştuktan sonra benimle de konuştu. İlk olarak "Nasıl bir çocuktur?" diye sorunca "önce neler yaşadığını anlatmam lazım, ancak o zaman doğru değerlendirebilirsiniz" deyip herşeyi anlatıverdim. Nemo ancak 1,5 saat sonra geri geldi. Onunla ilgilenen öğretmen de başta çok heyecanlı olduğu için yavaş gittiğini ama sonra hızlandığını söyledi. Sonucu ertesi gün bildireceklermiş.

Allahtan ertesi gün sabahtan müdür yardımcısı telefon edip kabul edildiğini haber verdi de rahatladık. Ben hemen peşinatı havale yaptım, telefonla formasını ısmarladım, araç gereçlerini aldım, spor kıyafetlerini birine aldırdım, kitaplarını ısmarladım; forması gelene kadar giysin diye benzer başka birşeyler aldım, ılık havalarda hırka üstüne giysin diye bir anorak yelek, daha serin günler için ince bir kaban vs. Hemen hemen hepsi küçük geldi, teker teker değiştiriyorum şimdi:) Bu arada bende de bir heyecan bir heyecan, sanki oğlum 1. sınıfa başlıyor, ilk kez okulu olacak! Yaşamadık ki bunları, şimdi gecinden de olsa telafi ediyoruz...

Perşembe sabahı ben okula götürdüm; Nemo sınıfına, öğretmenine teslim ettim, ben de kayıt işlemlerini tamamladım. Sınıf öğretmeni ertesi gün 11'de çağırdı. Servisini de ayarladım, hatta o akşam servisle geldi eve. Ben de önce okulun kapısında, sonra yolda sürekli peşlerinde tabii. Şöförü arayıp sınıfından aldırdım, geldi mi diye tekrar aradım, adam beni kesin paranoyak annelerden sandı. Sonra konuşup durumu anlattım; "merak etmeyin, başka böyle çocuklar da oluyor, biz alışığız" dedi adam.

Bizim apartman görevlisinin eşi artık hergün öğleden sonraları gelip hem evin işlerini yapacak, hem de Nemo'ya kapıyı açacak, açsa kahvaltı verecek, ben gelince gidecek. Çarşamba akşamı bize geldiler, hem konuşup anlaştık, hem Nemo'yla tanıştırdım. Nemo epey surat astı. Muhtemelen her akşamüstü anneannesini göreceğini düşünmüştü. Perşembe eve gelip de kadın kapıyı açınca yüzü gülüyormuş ama. Hatta 5 dksonra ben geldiğimde Emine'den yumurta yapmasını istemiş, formasını çıkarıp pijamalarını giymiş, odasında oyuna başlamak üzereydi. Sınıftakiler onu hemen aralarına almışlar. Keyfi çok yerinde:))

Biraz oyun oynadı, sonra ödevini yaptı, sonra film seyrettik, satranç oynadık, 10'da "yatma vakti" dediğimde birlikte dişlerimizi fırçaladık, yatakta birkaç sayfa kitap okuyup ışığını söndürdü.

Cuma da benzer şekilde geçti, ama akşam Süzmebal da Nemo'nun servisine bindi, birlikte geldiler. Hemen hemen o zamandan beri de birlikte oynuyorlar. Ben bir ara Nemo'yu oyundan kaldırıp ödeve oturttum; Shrek Süzmebal'ı ödev yapmaya ikna edemedi. Hoş pek de uğraşmadı...

Cuma günü Mammut arayıp akşam okuldan alayım dedi, ben hayır deyince de hemen ses yükseldi. İş yerinde bağrınmamak için kapattım. Bu sabah yine aradı; yola gelmiş, sitenin güvenliğinden mi, yoksa annenden mi alayım diyor. Aslında gelip güvenlikten alsa, muhtemelen pazar akşamı da getirecek, sorun olmayacak diye düşünüyorum ama bu kez Nemo gitmek istemediğini söyledi. Ben çocuğu gitmeye zorlamayacağımı, o isterse geleceğini söyleyince Mammut tabii bana kızdı, kararı çocuğabırakamazsın, teşvik etmelisin, Erdek'teyken de orada kalmak istiyordu ama biz gitsin diye ikna ediyorduk (kuyruklu yalan!), Nemo akıllı bir çocuk olduğu için ikimizi de idare ediyor, sana şirin görünmek için öyle diyor vs vs. Benim sana gelsin veya gelmesin diye bir etkim yok, kendi istemiyor, biraz zaman tanı, elbet isteyecektir, zorlayıp kendinden soğutma filan dedim; tabii ikna olmadı, ben o zaman başka zaman, başka yerde, istemeyeceğin adamlarla karşına çıkarım filan gibi tehditler savurdu. Ben de "her yapılanın bir sonucu vardır" deyip kapattım. Oysa Nemo haftabaşında "haftasonu için şöyle yaparız, böyle yaparız" gibi laflar ettiğinde ben "ama baban alacak bu haftasonu" da dedim; ama suratı asılıp gitmek istemediğini söylediğinde de gitmek zorunda olmadığını, ama babası icra ve pedagogla gelirse pedagoga da aynı şeyi söylemesi gerektiğini, orada cayarsa beni zor durumda bırakacağını söyledim. Sonuçta dün akşam "babanla konuşmak ister misin? ona bu haftasonu evde kalmak istediğini söyle istersen" dediğimde cevabı "pedagoga söylerim" oldu. Mammut da "çocuğun psikolojisini bahane etme" diyor. Cuma günü telefonda da bana "Nemo şimdilik çok iyi ama elbet bir zaman psikolojisi bozulacak, bakalım ne zaman?" dedi, ama tabii onun gözünde ayrıldığım için herşey benim suçum.

* * * * *

Bu satırları geçen hafta yazmıştım. Bir şeyler daha ekleyip öyle yayınlayacaktım sözde; bir hafta geçivermiş. Ne ekleyeceğimi hatırlamıyorum bile...

Geçen pazar ilk veli toplantısına katıldım. Önce herkez çocuğunun sınıfında çocuğunun masasına oturup yarım saat kadar sınıf öğretmeninin genel bilgilendirmesini dinledi; sonra dağılıp branş öğretmenlerinin sıralarına girdi. Ben sınıf öğretmeniyle daha yeni konuştuğum için İngilizce hocasının sırasına girdim, belim koptu ayakta durmaktan. Millet karı-koca gelmiş, sıralara dağılmış, organize şekilde görüşüyordu. Hatta anne-babalarına yer tutan kız çocukları vardı. Kızlar o yaştan sorumluluk üstlenmeye başlamışlar, hayata hazırlanıyorlar.

Sakin ama yoğun bir haftaydı. Pazartesi ve Salı matematik ödevini ancak birlikte yapabilip, 4 saatte bitiremeyince Çarşamba günü Nemo matematik dersi almaya başladı. Perşembe Matematik sınavı vardı. Nasıl geçti dediğimde iyi diyor ama sonuçları daha almadı. İngilizcesi de çok zayıf, ama bir de onun dersini aldırmam mümkün değil, ben ödevlerine yardım ederken daha geniş alıyorum konuyu. Yeni konuyu anlayıp öğreniyor ama temeli zayıf olunca ve bu kadar az kelime bilince soruyu anlamak bile zor. Nasıl toparlayacağız bakalım...

Öğleden sonraları gelen Emine ufaktan işlere alıştı ama daha önce hiç çalışmadığı belli, mutfağı toplayınca başka şeye vakti kalmıyor; bir sepet çamaşırın yarısını üç günde ütüledi, haftasonu yine tepesine kadar doldu. Bu gidişle asla sıfırlayamayacak... Hal böyleyken ben ondan yemeğe destek olmasını da bekleyemem, iş başa düştü. Rotayı da anne yemeklerine döndürdüm. Salçalı patatesli köfte, ıspanaklı börek, kabak dolması, ya akşamüstü, ya yatmadan önce meyva tabağı; okula gitmeden kahvaltı da ediyor Nemo, çikolatalı müsli, fıstık ezmeli kızarmış ekmek veya bıldırcın yumurtası istiyor. Öğlen yemeklerinde de genelde karbonhidratlı şeyler yediği için akşam yemeklerinde sebze ve et yedirmeye çalışıyorum. Bugün öğlen tam buğday unlu fırında müjver yaptım; Shrek beğenmedi, oğluşla ben yedik:)

Hem çalışıp, hem çocuk büyütüp ailesine bakan bütün annelere saygılar...

27.11.09

Domuz Gribi

Bayram planlarımız suya düştü, ama olsun:) Herhalde epey bir süre hiçbir şey benim keyfimi kaçıramayacak; Nemo'nun domuz gribi olması bile!
Bayramın birinci günü Shrek'in annesine kahvaltıya gidecektik; akşamüstü bir arkadaşlarımıza uğrayacaktık. Bayramın ikinci günü Bursa'lı arkadaşlarımızı ziyaret edecektik; hatta Pazar sabahı aslen Bursalı olup İstanbul'da yaşayan, ama bayram için annelerine giden başka arkadaşlarımızı da programa dahil edip Cumalıkızık'ta kahvaltı yapacaktık; hepsi iptal oldu...
Dün öğleden sonra Nemo'nun başı ağrımaya başladı, biraz karmı ağrıdı, biraz uyudu; kalktığında ateşi vardı; hızla 39'a yükseldi; yüzü ve vücudu sıcak, elleri ve ayakları soğuk, vücudu kuru, sakin, bir yanağı sıcak ve kırmızı, diğer yanağı daha solgun ve serin, gözler kırmızı, parlak... Shrek önce ani başlangıçların homeopatik ilacı olan Aconit'i, sonra bu tabloya uyan Belladonna'yı birer saat arayla verdi; eller ve ayaklar ısındı, ateşi de 38'li rakamlara düştü. Kalkıp biraz çorba içti, ama az sonra hepsini çıkardı. Bunun üzerine Ferrum Phosphoricum'a döndük. Rahatlayıp uyudu. Sabah 5 gibi kontrol ettiğimde ateşi 37,5'a düşmüştü. Ferrum Phosphoricum'u tekrarladık; tekrar uyudu. Sabah kalktığında tablo çok hafiflemişti; ateş 37'nin az üzerindeydi. Az bir kahvaltıdan sonra günü genellikle film seyrederek, oyun oynayarak geçirdi. Akşamüstü "hadi biraz ders çalışalım" deyip 4-5 sayfalım bir Türkçe testini beraber çözecek kadar iyileşmişti. Bu homeopatinin mucizesi işte. Önümüzdeki 3 günde de iyice dinlenir; bayrama rastlaması iyi oldu. Bayramdan sonraki ilk gün okula gidip seviye sınavına girecek; sonra da okul günleri başlayacak. Şimdi daha önceki haftasonu, bayram, sömestre tatillerinde yaptığımız şeyleri yapıyoruz; o zaman tam anlamıyla sindireceğiz yeni durumu.

23.11.09

Nemo Evde :))

Merakta bıraktıysam özür dilerim. Hemen telafi edeceğim...
Pazar sabahı önce mesaj atıp ne zaman getireceksin diye sordum, cevap gelmeyince aradım. Hala Erdek'telermiş. Dün müdür çağırmış, sömestreye kadar orada kalması daha iyiymiş, ama tabii mahkeme kararı varmış, karar benimmiş. Biraz müzakere ettik; ben "zaten notları bozulmuş, o okulda kalmasının ona bir faydası yok, getir ki bir an önce çalıştırmaya başlayayım, hatta ders kitaplarını da getir" diye girdim lafa. O ise hala "bu bir hukuk hatası, Yargıtay'da nasıl olsa bozulacak" diyor, ama "ben o zaman da İstanbul'da kalsın diyorum, Bandırma'da ne de olsa İstanbul kadar iyi eğitim alamaz" da diyor. Neyse, sonunda 15.30 feribotuyla getireceğini söyledi. Annesi İstanbul'a inmek istememiş. Ben de o zaman anneme getir, orada olurum dedim. Sonra baktım 15.30'da feribot yok, arayıp 18.30'da feribot olduğunu söyledim. Aa öyle mi, ama ben baktıydım, allah allah, neyse sağol vs (hayırdır) 21.30 gibi anneme getireceği üzerinde anlaştık sonuçta.
Günün kalanı öylesine geçti, yemek yaptım, biraz çalıştım, çamaşır yıkayıp astım, akşamı ettim. Ablam bu arada Fransa'dan mesaj atıp duruyor telefonuma, nasıl cesaret edersin, adam senin kafanı kırdı, hem kendini hem aileni tehlikeye atıyorsun diye diye benim de sinirlerimi bozdu. Ama sonuçta yeğenim ve ben annemde buluştuk, biraz sohbet ettik, 21.30 gibi geldiler. Kapıdan bıraktı. Kocaman bir torbada ders kitaplarını getirmiş, kalan ders kitapları da Nemo'nun sırt çantasında. "Konuşmayacak mıyız?" dedi. "Şimdi mi? Ne konuşacağız ki?", "okul filan", "şu anda bir şey yok, biz bayramda ders çalışacağız, bayramdan sonra seviye sınavına girecek" dedim, tamam dedi, Nemo'yla kucaklaştı ve gitti.
Nemo "ben sadece haftasonları geliyorken iyi davranıp, sonra hep kaldığımda kötü davranmak filan olmaz değil mi?" demez mi! Olur mu hiç öyle şey, daha neler diye rahatlattım. Bütün bayramı ders çalışarak geçirecek diye de çok endişelenmiş. Yeni okulda çocuklar nasıl olacak diye de çok kaygılı... ama yine de çok mutlu.
Sonra çıkıp evimize gittik; oyun oynadık, sohbet ettik, uyumak için bile zor ayrıldık.
Bunca sene bekledikten sonra, sonunda birlikteyiz, haftasonu bitti diye, tatil bitti diye ayrılmak yok!

21.11.09

Velayet Kararı Verildi!!!

Evvelsi gün, yani 19 Kasım'da duruşmamız vardı. Hakim sürpriz şekilde hem "velayet annenindir" dedi, hem de dünden itibaren Nemo'nun bana teslimi için tedbir kararı verdi. Oysa şimdiye kadar hep, karar kesinleşene kadar bulunduğu yerde kalır diyorlardı (temyize gidilirse bu en az 6 ay demekti).
O andan itibaren (akşam o telefona kadar) bulutların üstünde dolaştım; kah gözüm karardı, kah uyuştum, kah yıldızları gördüm. Cuma gidip icra ile almak için gerekli organizasyonu yaptım. Öyle de bir gün ki, 40 Çarşambanın işi bir günde... Senede 4-5 iş yemeğim olur, ikisi aynı gün, öğlen yabancı misafirlerle, akşam başka bir firmayla, çok önceden ayarlanmış... Akşam yemeğindeyken Mammut aradı.
"E artık mahkeme kararı da var, dağa kaçıracak değilim ya çocuğu, geçişi yumuşak yapmak lazım, esas annem için zor olacak, ben zaten buradaydım, haftada iki gün görüyordum, benim için değişen fazla bir şey yok, ama annem hayatını ona adadıydı, o da İstanbul'a gelecek şimdi tabii... ben yarın akşamüstü Bandırma'ya gideceğim, oturup anneme anlatırım, senin de çocuğun eğitimini ne kadar önemseyeceğini filan, zaten yabancı değil ki, annesisin, annem de aslında sana güvenir ama dış etkenler girdi araya, tatsızlıklar yaşandı... pazar günü alır annemi ve Nemo'yu gelirim, oturur konuşuruz, senden ricam, annemin içini biraz rahatlat, kadının çok emeği geçti Nemo'ya... ama annen eskileri açmadan durabilir mi, istersen annen olmasın, çünkü eskilerden açılırsa konu yine gerginlik yaşanır..." Tanımayan, yaptıklarını bilmeyen için ne kadar makul değil mi?
Ben de makul bulmuş gibi cevap verdim. "Prensipte ok" dedim; "pazar günü dışarıda bir yerde oturup bir çay içelim o zaman" dedim, "siz Nemo'yla birlikteyken bir yerlere gidiyorsunuzdur, Kanyon filan." (İşyeri Levent'te ya) Biraz tereddüt etti, "annem zor merdiven çıkıyor, öyle bir yere gelmesi zor" dedi. Ben de "dışarıda bir iş yemeğindeyim, daha uzun konuşursam ayıp olacak" dedim, sonra konuşur, bir yer buluruz diyerek kapattık.
Shrek'i arayıp bunu anlattığımda "bana mı soruyorsun, yoksa bilgi mi veriyorsun? soruyorsan, git yarın icrayla al. sen hala akıllanmadın mı?" diye gürledi.
Şimdiye kadar ne zaman böyle makul konuşsa, beni kandırıp arkadan bir iş çevirmek içindi. Bu sefer mahkeme kararı var diye farklı olabilir mi? Eğer bu haftasonu adres değiştirecek, çocuğu kaçıracaksa, bunu ilk görüşme tarihinde, yani Aralık'ın ilk haftasonunda da yapabilir, çünkü artık her ayın 1. ve 3. haftasonu görecek olan o.
Beni bundan sonra diyalog, yeni sayfa vs diye kandırmaktan başka ne çıkarı olabilir? Sıra kendine geldiğinde katı kurallarla karşılaşmamak, icra ile gelip gitmek zorunda kalmamak mı? Çok mu iyimserim?
Diyalog mümkünmüş gibi davranmam hataydı belki de, çünkü karar çıktığında, oğlanı alacağım diye neşe içindeyken, kutlama havasındayken, bugün endişeli, hatta korku ve kaygı içinde, yüzüm 3 saat uykuyla durmaktan şiş halde dolaşıyorum. İçinde dolaşan tilkilerden başım zonkluyor, insanların dediklerinin yarısını duymuyorum. Şimdiye kadar ne zaman böyle korksam başımıza kötü bir şey geldi...
Pazar oğlanı getirip getirmediğini görene kadar bana rahat yok... Getirmezse de kovalamaca başlayacak, yine dedektifçilik oynanacak, yine peşine adam takılacak vs. düşünmek bile istemiyorum ama mümkün mü?
Ablam da Cuma gitmediğimi duyunca Fransa'dan "Sen gitseydin hukuk yaninda olacakti, hersey belgeli olacakti. Okuldan alacaktin. Simdi yine mamutun arzu ettigi sekilde belgesiz, avukatsiz, vs. olacak olursa ve yok eve getireyim, yok disarda bulusalim, vs. vs. Adam seni dovdu, saclarindan surukledi, annemize kufretti, eve saldirdi; annesi bizim annemize bagirdi, okula sokmadi. Sen bugune kadar hukuktan sasmadin, simdi neden bu isi "teslim alma proseduru" ile yapmiyorsun? Seni yine kandirabildi, yaaaa, inanamiyorum !!!" diye yazmış.

Hoş benim de bir yarım öyle diyor, diğer yarım ise "nasıl olsa mahkeme kararı cebimde, getirmezse yine icrayla giderim, şimdi makul davranmasının onun işine geleceği bir döneme giriyoruz, kendi rızasıyla veriyormuş pozu atmasına izin verirsem daha uzun süre kontrol altında kalabilir". Belgeli veya belgesiz teslim almamın yasal bir etkisi yok; ama onun üstünde psikolojik etkisi var. Elbette getirmeyeceğinden endişe ediyorum ama kaçıracaksa bunu ilk aldığında da yapabilir, her ayın 1. ve 3. haftasonu alma hakkı var. Annesini bahane ederek, diyalog içinde, oturup konuşarak, esas önemli olan çocuğun istikbali vs. muhabbetiyle bırakayım dedi. Yalnız gidecek değilim, yeğenimle eşine haber vereceğim. Eski konuları hiç açmadan, iki deliyle konuşur gibi, rolümüzü yapıp çocuğu alıp yolumuza gidelim. Yok dışarıda olmaz, eve gelin vs durumuna getirirse işler sertleşecek mecburen. O zaman icra tek çözüm. Oraya vardıracağını sanmıyorum.
Amaç Nemo'yu almak; Mammut'un burnunu sürtmek, yaptıklarının karşılığını vermek değil...

Ablamın cevabını aynen (sadece gerçek isimlerimizi blog isimlerimizle değiştirerek) aşağıya kopyalıyorum:
"Canim kardesim. Herseye ragmen iyi niyetini koruyor olmanin da guzel bir yani var. Umarim hersey gonlunce olur.
Ben getirmeyeceginden endise etmiyorum.
Getirmek ve cocugun iyiligi icin diyalog gibi ayaklarla senin su anki ailenin bir parcasi olmaya calisiyor.
Onun Nemo'nun babasi olmasi disinda ailemizle bir ilgisi yok ama sirf o sifatla sizin Shrek ile araniza girmeye gayret edecek, dikkat !!!
Gercek amacinin Nemo'nun iyiligi olmadigini ve olmayacagini biliyoruz.
Yasananlarin yasanmamis oldugu gibi bir rol nasil yapilabilir, bilmiyorum ama zaten onu siz yapacaksiniz yaparsaniz.
Saldirgan bir hayvan oldugu icin ben icra yoluyla gidip almanin disinda bir yol uygulanmasindan endise ettim sadece.
Annesine gelince, bu konuyu acmak istemiyorum. Herkesin annesi kendine.
Hazmedemiyorum, onun istedigi gun, onun karar verdigi sekilde, onun istedigi yerde (cunku taviz bir kere verildi mi hep veriliyor maalesef), onun uygun gordugu sekilde !!!! Halbuki sen bugune kadar hep hukuken cerceve cizilsin ve o cerceve sinirlari icinde hersey olsun istedin. Neden? Adama guvenilmeyecegi icin. Simdi nasil oluyor da cercevenin disina cikabiliyorsun? Ayin birinci haftasonunda isim var, ikincisinde alayim dedigi zaman da kabul edeceksin mesela. Pazar aksami getirmeyeyim de Pazartesi benden okula gitsin de dediginde kabul edeceksin aman sinirlenmesin diye. Halbuki o senin Nemo ile telefonda bile konusmana izin vermedi. Simdi tam hersey tam tersine donmusken, yani 1. ve 3. haftasonlarinda gorme hakki ona verilmisken, diyalog ayaklari ile istedigi herseyi sana kabul ettirecek. Daha sık gormek, eve gelip almak, annesini mutlu etmek icin ne olacak canim birkac gun de babaannesinde kalsin falan. Oyle ya, bunlar mantikli istekler. Sifirlayalim herseyi.
Zaten o mahkeme kararlarinin kendisine sokmeyecegini soylemisti en bastan.
Neyse, bu arada Shrek'i ihmal etmemeni tavsiye ederim.
Seni cok seviyoruz, canim kardesim."

Mammut'un içindeki şiddet dürtüsünü sürekli kontrol edemeyeceğini ben de düşünüyorum; temkini elden bırakacak değilim, sorun çıkarmasın diye her istediğini kabul edecek de değilim. Ama ablamın "hazmedemiyorum" demesinden, aklıyla değil, duygularıyla yazdığını da düşünüyorum.

Şu Pazar'ı kazasız belasız atlatsak, Nemo'yu alıp eve gelsem, o zaman şenlik başlayacak; henüz sevincim kursağımda...

10.11.09

Satürn



Komik bulabilirsiniz ama 2003 ortasından 2005 sonuna kadar Satürn'ün Yengeç'in 1.evinde olduğunu öğrendiğimden beri ben bu işe inanıyorum; en azından bir ihtimal olarak gerçekliğini yoksaymıyorum. 1. ev, yani en temel özelliklerimizi, doğal eğilimlerimizi, en derin arzularımızı kapsayan ev... Eğer o güne kadar doğru adımlar attıysanız sorun olmayan, ama aksi takdirde Satürn ziyaret ettiğinde hallaç pamuğu gibi atılan ev... Benim Mammut'tan ayrıldığım, evimi, yaşam şeklimi değiştirdiğim, önceki hatalarımın bedelini ödediğim, çok acı çektiğim, oğlumdan ayrı düştüğüm yıllarım... Belki tesadüf, ama işte bu yüzden ben Satürn'ün etkisine inanıyorum artık.

Öncelikle astrolojist.com'dan kısaltılmış alıntı:
"Satürn, değerli şeylerin ancak detaylara çok dikkat ederek, azim, bağlılık ve kararlılıkla elde edildiğini öğretir. Bu görev gezegeni aynı zamanda tedbirli olmayı, gecikmeyi, kısıtlanmayı, eksilmeyi, daralmayı, sorumluluğu, kural ve uygulamaları, acıyı, korkuyu, otoriteyi, disiplini, kontrolü ve yadsımayı yönetir. Satürn hata arar, hatayı bulduktan sonra problemi çözmek için yerimizden kalkıp harekete geçene kadar o alanlarda baskı uygular. Üzerimizdeki uyuşukluğu atmamızda hiçbir gezegen Satürn kadar etkili olamaz. Satürn, çare bulmamız için acının kaynağına konsantre olmamızı sağlar. Onun derslerini asla görmemezlikten gelemezsiniz. Satürn ciddi, pratik ve gerçekçi olmanın, aynı zamanda ekonomik, tutumlu ve tutucu olmanın değerini öğretir. Hemen yüzünüzü ekşitmeden önce şunu düşünün: Satürn olmasaydı, hayatta ilerleyemez ve gelişemezdik. Satürn’ün Güneş’e kavuşum yapması tüm Satürn etkileri içinde en zor olanı olarak kabul edilir. Satürn yıldız haritanızda aktif olduğu zaman, başlanılan girişimler çok başarılı olabilir zira çok çalışmaya gönüllüsünüzdür ve yaptığınız işe kendinizi adarsınız. Bu nedenle işinizin gelecekte de devam etmesini sağlayan çok derin ve sağlam temeller atmış olursunuz. Satürn bizi ensemizden yakalar ve en korktuğumuz şeyle yüzleşmeye zorlar. Satürn yıldız haritanızda belirli bir noktaya dokunduğu zaman, o alanda bir çeşit yavaşlama veya duraksama yaşarız. Satürn soğuk ve buz gibidir. Bu gezegenin aynı zamanda ağır ve kasvetli bir etki getirdiği kabul edilir. Yine de Satürn’ün bu yaptıklarının iyi bir nedeni vardır – dikkatinizi çekmek amacıyla bunları yapar. Satürn öğretici gezegendir ve olgunlaşmamıza yardımcı olur; sabır ve fedakarlığın değerini, aynı zamanda sorumluluk almanın ve güvenilir olmanın gerekliliğini öğretir. Satürn Zodyak’ın çevresini yirmi dokuz senede turlar ve her burçta iki buçuk sene kalır."
Evler (yine astrolojist.com'dan alıntı);
"Her gezegen on iki takım yıldızı (zodyaktaki on iki burç) arasında yol alırken, her burca ait on iki evden birinden geçer. Her ev hayatın farklı alanlarını yönetir; ilişkiler, evlilik, çocuklar, kariyer, iş arkadaşları, öğrenim, seyahat, ve yuva. Hatta bir tanesi benliğinizi ve dış görünüşünüzü yönetir. Gezegenler Güneş etrafında dönerken sürekli bu evlerin içinden geçerler."
Okuduğuma göre Satürn Terazi'ye girmiş ve 2012'ye kadar da orada kalacakmış.
Terazi hangi burcun kaçıncı evine rastlıyor hesabı anladığım kadaruyla basit. Parmak hesabıyla kendi burcunuzu 1 kabul ederek sayıyorsunuz.
Mesela Yengeç'in 4. evine rastlıyor. (Yengeç 1, Aslan 2, Başak 3, Terazi 4) Dördüncü ev ne demek derseniz, "yuvanızdır – görünüşü, yeri ve bu alanı kiminle paylaştığınızla ilgilidir. Evinize gelen misafirler, evinizde tamirat ve yenilikleri yapan ya da çimlerinizi kesen kişi veya bebek bakıcıları da bu eve dahildir. Aynı zamanda ev aile huzurunu bozan bireyleri yönetir. Aile yaşamı, ev satın alma ya da satma veya kiralama gibi emlakla ilgili tüm işler dördüncü evle ilgilidir. Bu ev, hayatınızın temel taşları olan ebeveynlerinizi ve onlarla olan ilişkinizi yönetir. Son olarak da dördüncü ev hayatınızın ileri döneminde sahip olacağınız yaşam tarzınızı belirler, zira dördüncü ev mecazi anlamda günün sonu demektir." denmiş astorlojist.com'da.
Terazi, Koç'un ise 7.evi. (Koç 1, Boğa 2, İkizler 3, Yengeç 4, Aslan 5, Başak 6, Terazi 7)
Alıntıya devam: "Yedinci ev, evlilik, iş ortaklıkları ve iki taraf ya da kişi arasında resmi anlaşma ile bağlı olunan birliktelikleri yönetir. İki taraf ya da kişi arasındaki bu “anlaşma” yazılı veya sözlü olabilir. Bu ev, hem anlaşmaya varılmasını, hem de anlaşmazlık durumunu kapsar. Size karşı olanlar, düşmanlar, rakipler ve aynı zamanda en sadık yandaşlarınız da bu evin kapsamı içindedir. Bu ev aynı zamanda sizin için çalışan uzman ve profesyonelleri yönetir: avukat, ajans veya sizi temsil eden ya da sizinle işbirliği yapan diğer kişiler. Çoğu kişi için yedinci ev, evlilik ortağının statüsünün en belirgin işaretidir. Bu ev, hayatınızdaki önemli kişiden en çok ne beklediğinizi ve aranızdaki ilişkiyi tarif eder. Unutmayalım ki romantik aşk beşinci ev tarafından yansıtılır ama bir kez bağlılık sözü verildi ise ilişki yedinci eve taşınır."
Diğer evler hayatın hangi alanlarını yönetiyor diye merak edenler http://www.astrolojist.com/ da okuyabilirler.

8.11.09

Arayı Fazla Açmadan

29 Ekim’den önceki hafta liseden kızlarla, Avusturya’da yaşayan arkadaşımızın İstanbul’da olması bahanesiyle akşam yemeğine gittik. Son birkaç yıldır senede 2-3 kez yaptığımız bu programlar sayesinde İstanbul’un popüler yerlerinden birkaçını görmüş oldum; Ortaköy House Cafe, Bebek Kitchenette, Bebek Lucca’dan sonra bu kez de Nişantaşı Zazie... Onlar da olmasa ev-iş ve bildiğimiz birkaç yer arasında mekik dokuyoruz.
Önceleri bütün sınıf buluşmaya başlamıştı, senede 1-2; sonra grup daraldı, hazırlık sınıfındaki 30 kişilik sınıfımızdaki 8 kız –sonradan gidenler ve yeni gelenler oldu elbette- buluşur olduk. İlk buluşmalar, “bunca yıl sonra, birbirimizi ne kadar da iyi anlıyoruz, dünya görüşlerimiz ve görgülerimiz ne kadar da aynı” coşkusuyla doluydu; halbuki lisede birkaçıyla ne kadar iyi arkadaşsak, diğerleri de o kadar farklı gelirdi. Sonraları, hala lisedeki kadar apayrı olduğumuzu görmeye başladık. Bu sefer de 43 yaşımızda şık bir restoranda bir araya gelip, önce saç baş, çoluk çocuk konuşup, sonra politika, ülkenin hali, facebook gençliği üzerine tartışıp ayrıldık. Bir ara blog lafı geçti, daha doğrusu bu bloğu bilen en yakın arkadaşım blogum olduğunun anlaşılacağı bir şey söyledi; tabii birileri hemen “aa, bloğun mu var, adresini versene” dedi, “ne üstüne?” diye soran oldu; o ağzından kaçıran arkadaşım “yemek tarifleri filan” deyip geçiştirdi; ben de o arada lafı karıştırdım. Aslında burada onların okumasını istemeyeceğim bir şey yazmıyorum, adresi verebilirdim de; sadece bir an, yumuşak karnını olası tehlikelere karşı sağlama alan yengeç ruhum kontrolü ele aldı. Sonra da tartışma blog-facebook ekseninde, gençlerin kendini olduğundan farklı göstermeye çalışmaları ya da tüm özel hayatlarını ortaya sermeleri arasında gitti geldi. İşin komiği, ben kendimi facebook’u savunur buldum. Kendini "konzervatif" olarak tanımlayan bir arkadaşımız, facebook ile gençlerin kendilerini olduğundan farklı göstermeye çalışmalarını, ne popülerse ona öykündüklerini, tanıdığı ve mazbut olarak bildiği bir gençkızın facebook’taki şuh fotoğraflarla popülerleşme çabasını eleştiriyordu. “Özel hayatın mahremiyeti kalmadı, herşey anlatılacak bir haber, biriyle çıkmaya başladığını veya ayrıldığını facebook’ta duyuruyorlar, vitrine konulacak ve alınıp tüketilecek metalar, vs” Ben de –aklımda blogum var ya- facebook’u suçlamanın anlamsızlığından girip, habere ulaşmak ve içerik oluşturmak bu kadar kolaylaşınca bu eğilimin normal olduğundan çıktım. “Sanal ortamda paylaşılanlar, istenirse herkesle değil, sadece arkadaşlarla paylaşılabiliyor, ya da anonim kalınabiliyor; bu ifade özgürlüğüdür” diye karşı çıktım. Ve gözümün önünde canlandı bir an, 63’ümüze gelmişiz, süslenip püslenip, en iyi halimizle görünmeye çalışıp, herkes emekli olduğu için öğle yemeğinde buluşmuşuz, ve hala tartışıyoruz, çünkü fikirleri, bakış açılarını çarpıştırmayı, sanki ikna edebilirmişiz gibi davranmayı hala seviyoruz.
O yemek sırasında telefonum çaldı, bir baktım Mammut arıyor. Açtım, “Merhaba Dory” dedi, “merhaba?”.
“Sen bu haftasonu mu alacaktın Nemo’yu?”.
“Yok, Ekim 5 haftasonu çekiyor ya, bu haftasonu değil bir sonrakinde alacağım”.
”Neyse, ben ne zamandır, hangi haftadır bilmiyorum ama, benim bu haftasonu İsviçre’ye gitme durumum var. Bu haftasonu sen alsan, sonra ki hafta ben müsaitim, ben Nemo’yla olsam olur mu?”.
“Sen mi getireceksin?”
“Sana getirmem tabii, annene bırakırım.”
“Neyse, benim için sorun değil, olabilir. 29 Ekim ve ertesi gün de tatil hem.”
“Öyle demedim, 4 gün filan değil. Ayrıca programım kesin de değil; ne zaman gideceğimi tam bilmiyorum.”
“Neyse işte, benim başka bir programım yok; şimdiden kesin söylemen de gerekmiyor; bu haftasonu bırakırsan sonraki hafta gelmem.”
“Tamam, iyi akşamlar”
“İyi akşamlar”
Kızlar “kimdi o?” deyince konuşmayı anlattım; “hadi bakalım, iyi iyi, belki de bundan sonra böyle olacak; diyalog vs” diye iyimser senaryolar döküldü hemen. Ben hiç zannetmiyorum... Sonrasında da altından ne çıkacak diye şüpheyle bekledim. O haftasonu ses seda çıkmadı. Geçen Cuma ben gittim, Nemo’yu olaysız –babaanneden ve icrayla tabii- aldım ama o ana kadar da aklımdan komplo teorileri ürettim.
Nemo televizyonda bir uzmandan dinlemiş, arı poleni yemeklerden sonra yenirse şişmanlatır, yemeklerden önce yenirse zayıflatırmış. Deneyeceğimi söyledim, hatta birlikte dışarıdayken onu ciddiye aldığımı göstermek için bir balcıya sokup polen de aldım. Bir kaşık denedim de, ne korkunç bir tat o öyle... Biraz araştırıp doğrulamadan devam etmedim, şu aralar iş yoğunluğundan araştırmaya da vakit bulamadım, bizim polen buzdolabında bekliyor şimdilik. Üstelil yemek öncesi yenince iştah kesip daha az yenecek diye zayıflattığını iddia ediyorlarsa, benim gibi kilolarını tok hissediyorken yediklerine borçlu birine zaten yaramaz.
Konuyu açmışken, ne olacak benim bu halim? Kilo veremiyorum. Daha doğrusu diyet yapamıyorum. Hafta içi şirkette çok iyi; bir kepekli tosttan kahvaltı, ara öğün meyva, öğle yemeği genelde salata – ton balıklı, tavuklu, üzeri yoğurtlu ıspanaklı, brokoli-karnıbaharlı, vs-, bir kepekli roll, akşamüstü ara öğün meyvası, 2-3 ceviz veya badem, buraya kadar gayet iyi. Gün boyu 2 litre su, o da tamam. Akşam yemeğinden sonra kurt adama dönüşüyorum. İki gün insan gibi dursam, üçüncü gün kurt adama dönüşüyorum. Yemek hazırlarken mutfakta ıvır-zıvır atıştırıp duruyorum. Misafirlere yaptığım tatlının kalanı, misafirlerin getirdiği tatlının kalanı, misafirlere yaptığım ekmeğin kalanı derken ipin ucu kaçıyor. Dönüp dönüp “Mevsimlerden Roma”yı okuyorum, havaya giriyorum, çıkmam en fazla 36 saat... Hele bu Erdek yolculuklarında yediklerimin haddi hesabı yok. Annemin Nemo yer diye yanına aldıklarının hepsini ben bitiriyorum, Nemo da içeceklerin hepsini bitiriyor, o şekerli aromalı suni şeyleri içiyor. Off... Saçlarımı biraz daha kısa kestirdim (aslında kuaför kesti, ben istediğimden değil), modern ve bakımlı duruyor; ben de içimden “artık spor yapmamak için bahanem de kalmadı, yıka-kurut-çık hepsi 10 dk” diyorum demesine de olmuyor bir türlü. Akşam 18 gibi bütün enerjim tükenmiş oluyor. Shrek de beni motive etmeye çalışıp zayıfken ne kadar güzel olduğumu, kilolu olmanın bana yakışmadığını söylüyor; bu taktik beni hırslandırıp iki gün işe yarasa üçüncü gün daha beter oluyor. Kısa saçlarımla eve döndüğümde de –üstelik “kökü bende nasılsa:(” diye mesaj atıp onu hazırlamaya çalışmama rağmen- “hah tamam, artık kimse sana yan gözle bakmaz” dedi! (Yengeç-Koç ilişkilerine bu yüzden zor diyor astrologlar. Koç'un doğruculuğuna ve lafı doğrudan, etkisini düşünmeden dan diye söyleyivermesine alınmamak zor...) Gerçi bu lafın etkisi iki değil, 5 günlük bir diyet oldu ama sonra bir iş seyahati girdi araya, yine bozuldu. Sanırım diyet yapmak için zayıflamam gerektiğini gerçekten -ama gerçekten- kabul etmem lazım; bunu kabul etmek de iyi görünmediğimi kabul etmek demek. "Zayıflamam gerekiyor" düşüncesinden "bu halimle güzel değilim" hissi, o bir dilim pastayı yemek davranışından ise "bu halimle güzelim" hissi çıkıyor. Anlıyor musunuz? Biraz karmaşık. Ama sonra aynada, camda kendimi görüyorum, "aman Allahım, orada şişman orta yaşlı bir kadın var!!!" Ay kaçıncı kezdir yazıyorum bunları!?
Mesela şimdi buzdolabında Shrek'in Cumartesi akşamı merhum anneannesinin eski tarifine göre yaptığı sütlaç var. Sütün içinde pirinci 1,5 saat pişirip en son şekerini de ekleyip toplam 2 saat kısık ateşte pişirdi; çok pirinçli sevdiği için 2 litre süte 3 fincan pirinç (2 yeterli aslında) ve 1,5 su bardağı toz şeker... Aklım orada. Kilo muhabbetinden tarife dönen adam diyet yapabilir mi hiç?!
Daha anlatacaklarım var aslında; Garipçe köyü, Zekeriyaköy'de cadılar bayramı... Sonra Saturn'den biraz daha bahsedebilirim. Bir dahaki sefere.

27.10.09

Ekim Bitmeden

Bu blog günlük değil, aylık oldu artık... Bir bakıyorum, yine bir ay geçmiş.
15 günde bir, haftasonu 1000km yol yapıyorum. Cuma git-gel, Pazar git-gel, Yalova-Erdek arasını araba ezberledi, neredeyse kendi gidecek. Ekim'in ilk Cuma günü ablam da İzmir'den otobüsle Bandırma'ya geldi, Nemo'yu alıp birlikte döndük; Pazar da tersini yaptık. Kış tarifesi nedeniyle Pazar günü karadan gideceğimizi öğrenince Nemo "her şeyin iyi tarafı var, 2 saat yerine 5 saat birlikte geçireceğiz" dedi. Yavrum oraya bırakılış saatinin aynı oluşuna, evden daha erken çıkacak oluşumuza değil, yolculuk kısmına bakıyor bir tek...
Şeker Bayramı da, sonraki haftasonu da hem çok güzel geçti, hem de sonu çok hüzünlü bitti. Nemo artık iyice sabırsızlanmaya başladı. Gitmek istemiyorum diye ağlarken onu avutmanın hiç yolu yok.
Bursa otobanından çıktıktan sonra, göl manzaralı bir mola veriyoruz hep, birşeyler içip hava güzele azıcık top oynuyoruz. Son iki seferdir Nemo "kendimi salıncağa kelepçelesem... araba bozulsa... fırtına çıksa..." diye diye ne olursa onu götüremeyeceğim üstüne senaryolar kuruyordu.
Ablamlar karı-koca emekli artık. İzmir'de emekli maaşıyla geçinilebiliniyor hala, ama onların gönlünden geçtiği gibi gezilmiyor, hele de sonunda bir ev alıp tüm birikimlerini tüketince... Şimdi son bir şans daha çıkmış, AİHM'de açılan geçici bir kadroya ablamı çağırmışlar, 2 yıllığına Strasburg'a gidiyorlar yine. Hem gezer hem para biriktirirler...
Onların gidiş haberiyle benim AİHM'deki başvurumun Türkiye tarafına sorulup görüş istenmesiyle aynı zamana rastladı tesadüfen. Bu aşamada beni AİHM'de temsil edecek bir avukat bildirmem gerekiyordu; ablam oradayken AİHM'de çalışıp sonra Türkiye'ye dönen bir avukat hanımla onun sayesinde tanıştım. İçerdeki de, dışardaki de çok uzun süreçler, tesadüfen aynı zamanlarda biteceğe benziyorlar; muhtemelen bir senemiz daha var.
Grip aşısına karşı olanlar, düne kadar işe yaramadığını düşünüp artık bir de zararlı olduğuna inananlar, hatta her türlü aşıya kuşkuyla bakanların tarafındayım ben. Özellikle de ilaç sektörünün kıyısında duran işim, ama daha da çok ilaç firmalarına kendi ilaçları ile ilgili eğitim hazırlayan, o nedenle de o ilaçlara dair klinik araştırmaları tarayan doktor eşim nedeniyle, ilaç sektörünün durumlara yaklaşımı hakkında bilgilenirken, başka türlüsü zor... O klinik araştırmalarda kısıtlı sayıda denek alınıp (genellikle 100'den az), yarısına incelenen ilaç, yarısına plasebo veriyorlar ve sonuçta %3-5 farka "plaseboya göre anlamlı ölçüde etkili" deyip yayınlıyorlar. Üstelik bunlar genellikle bir takım hastalık bulgularının düzelmesini esas alıyor; deneklerin ne kadar süre sonra tekrar hastalandığına veya başka hastalıklarla karşılaştığına filan da bakmıyor!
Dini yaklaşımla iyilik-kötülük için kullanılan aydınlık-karanlık analojisi vardır ya, geçenlerde bir yerde okudum, sağlık-hastalık için kullanılmış, çok aklıma yattı. Sağlıklı olmayı ışığa benzetmiş, varlığında karanlığın, yani hastalığın yok olacağı... Sağlık düzeyin ne kadar iyiyse, maruz kaldığın dış etkenler, virüsler, mikroplar o kadar etkisiz anlamında. İçindeki cıva ve aluminyum nedeniyle aşıların bağışıklığı özellikle bozduğuna dair yayınlara rastlıyorum üstelik. Sağlıklı beslenme ve dinlenme hepsinin ilacı...
İki hafta önce bir fuar için Madrid'deydim. Gittiğimiz gün akşama doğru kırıklık ve korkunç bir başağrısı başladı. Akşamüstü otel odasına çekilip yemek için bile dışarı çıkmadım, tam 13 saat uyudum. Hatta o sabah havaalanına gitmek için saatimi 5.30'a kurmuştum. O saatte alarm çaldı; yaklaşık 12 saat uyumuş olmama rağmen alarmı susturup uyumaya devam ettim. Sabah kalktığımda hala hasta hissediyordum, ama öğlene doğru kendime geldim, gözlerim açıldı, sonra da birşeyim kalmadı.
Madrid'in kara iklimi sabahları buz gibi, öğleden sonra yaz sıcağı, akşam ılık bir bahar gibi. Sabah üstüste fanila-gömlek-ceket-şal giyip gün boyunca yavaş yavaş soyunmak gerekiyor; akşamüstü otele dönerken gömlek kolları sıvanmış, fanila, şal çoktan çantada, ceket kolda, ayakkabılarımı elime alıp yalınayak yürüme arzusuyla doluyordum. 3 gün kalıp Perşembeden döndüm, çünkü Cuma Nemo'yu almaya gidecektim yine.
Son Erdek seferimde Cuma 18.30 feribotuyla Bandırma-Yenikapı, Pazar 18.00 feribotuyla Mudanya-Yenikapı yaptım; gidişler eski usül Eskihisar üstünden. O arabalı vapurun tadı da başka... Bu sefer Erdek'e giderken yüreğim ağzımdaydı çünkü 13 Ekim'deki celsede pedagog raporu dosyaya girdi; Nemo'nun annesiyle kalmak istediğini, orada huzurlu olacağını, babaya karşı kızgınlık ve korku karışımı hisleri olduğunu öyle açık yazmış ki adam, babası mahkemenin sonucundan ümidini kesip, haftasonu görüşmemize engel olursa diye korka korka gittim. Hakim sadece bir ay sonraya tarih vermiş bir de, bu artık kararını verip bitirmeye niyetli demek. Tabii daha temyiz edecekler... bu okul yılı Erdek yollarına devam. Neyse ki korktuğum gibi olmadı...
Güle oynaya döndük eve, başbaşa bir Cumartesi geçirdik -çünkü Shrek bir seminer için İzmir'deydi-, lego oynadık, evde film seyrettik, sinemaya gittik, kitapçıda, oyuncakçıda gezdik, çocuklar için yaratılmış yapay yağmur ormanlarında limonata içtik. Sinemadan çıkarken Nemo'ya "bak animasyon bir çocuk filminde ağlayacak kadar duygusal bir annen var" dedim, "eh, gülü seven dikenine katlanır... ama ben bunca zamandır hiç diken bulamadım sende" dedi... (Ağladığım film de Up! Ama yaşlı adamın karısına duyduğu sevgi, bir ömrü paylaşıp tüketmeleri bana çok dokunaklı geldi.)
Okulda test yapmışlar, Nemo sağ beynini kullanıyor çıkmış, bende o testler hep sağ-sol eşit çıkar. Bir de Sosyal Bilgiler öğretmeni babaannesine "çocuk annesiyle kalmak istiyor, siz aradan çekilin, istismar etmeyin" demiş; babaanne de öğretmene kızan bir tavırla bunu Nemo'ya anlatmış! Herhalde kadın hiç anlam verememiş öğretmenin sözlerine... Oğlan da "öğretmene ben bir şey anlatmadım ki, aklımı mı okuyorlar" diyor...
Pazar günü yine aynı hüzünlü dönüş yolculuğu ile geçti ve haftasonu böylece bitti. Ekim 5 haftasonu çeken kötü aylardan; o yüzden bu kez üç hafta sonra görüşebileceğiz.
29 Ekim'den hayır gelmiyor, haftasonuna birleştirip 4 günlüğüne bir yerlere kaçılırdı ama Shrek'in vermesi gereken bir eğitim var yine; ilaç firmaları eğitim alacak mümessillerine 29 Ekim'i yar etmiyor.
24-25 Ekim haftasonu için "Batı Karadeniz'de sonbahar renkleri ve mantarlar" diye bir tura yazıldık. Cumartesi Yedigöller, Safranbolu'da konaklama, Pazar günü Yenice ormanları... Turları sevmeyiz normalde ama tur lideri Yard.Doç.Dr. bir orman mühendisi, flora ve vejetasyon üstüne yayınları olan, botanik bahçe kurma çalışmaları olan, belgesel danışmanlığı yapan vs. Ama bu eğitimin hazırlığıyla uğraştığı için iptal etmek zorunda kaldık. Gitsek de aklı işte olacağı için huzurlu geçmeyecekti nasıl olsa...
İşte bunlarla dolu olunca günler, korkutucu bir hızla da geçiveriyorlar.
Bu arada, Saturn yakında Başak'tan Terazi'ye geçiyormuş. Yani önümüzdeki 2,5 yıl boyunca orada kalmak üzere, Koç'un ilişkiler (evlilik veya ortaklık) alanına, Yengeç'in ise ev ve aile alanına...
Saturn, insana girdiği alanda sorumluluklarını ve görevlerini hatırlatan, zorlayan, sınayan, temelin sağlamsa sarsılmadan atlatacağın, temelin zayıfsa çok şey öğreneceğin bir dönem getiriyor ama bence biz bu sefer güvendeyiz:))

16.9.09

Eylül Havası

Ben bu yazdan bir şey anlamadım, geçen haftaki yağmurlarla birlikte geçiverdiğini anladım bir tek... Tam haftasonu yakın bir yere, deniz tatili zamanı zaten geçti rahatlığıyla kafa dinlemeye, fotoğraf çekmeye gidelim, Cumartesi gecesi kalıp geri dönelim diyorduk ki ortalığı sel götürdü. Ben rüzgarlı, yağmurlu havaları severim ama bu kadarını da değil...

İstanbul'da yeni bir yer öğrendim, sanki tatil beldesi... Garipçe, Karadeniz kıyısında küçük bir köy. Sarıyer-Rumeli Feneri yolundan giderken tabelalarına rastlayacaksınız. Bir Cumartesi akşamı, Zekeriyaköy'de oturan bir arkadaşlar bizi çoluk çocuk Garipçe köyünde balık yemeğe götürdüler. Böyle bir güzelliği bilmiyor olduğuma hayıflandım. Haftasonu sabahları kahvaltıya da gidilirmiş, mıhlama bulunurmuş, ama Ramazan nedeniyle kahvaltı yokmuş. Bayramda bir sabah gitmeli acilen.

İşler artık hep çok yoğun, hep çok karışık, meğer daha önce boş vaktim varmış benim. Alıp yetiştirdiğimiz pırıl pırıl gençler, daha yüksek maaşlara birer birer gidiyorlar, ona da canım sıkılıyor. Ben ki onları -özellikle de genç erkek çocuklarını hep oğlumun büyümüş hali gibi görüp- gerçekten seviyorum; iyiliklerini isteyip vazgeçirmeye çalışmıyorum, hatta profesyonel davranmalarını cesaretlendiriyorum; ama yine de canım sıkılıyor işte...

Spora başlamak iyi geldi ama haftada ikiyi geçemedim bir türlü. Hep aynı şey olunca ben çok çabuk sıkılıyorum galiba; bu yüzden de alışkanlığa dönüşemiyor. Sonrasında ne kadar iyi hissettiğimi kendime hatırlatarak zorla gidiyorum doğrusu. Bir ay doldu, ben yenileyip yenilemeyeceğim konusunda kararsızım. O kadar para vereceksem normal bir spor salonuna yazılıp, istediğimde ağırlık, istediğimde sınıf çalışması gibi bir çeşitlilik daha iyi olabilir diye düşünmeye başladım. Ne maymun iştahlıyım!

Bu arada Shrek'le masa tenisi oynamaya başladık. Şimdi ilk heves neredeyse her gün gidip 1 saat oynuyoruz. Ben kan ter içinde, saçımdan sular damlar şekilde kalırken Shrek terlemiyor bile; benden daha iyi oynuyor olmasının avantajını kullanıyor. Kesme servis atmaması koşuluyla maç yaptığımızda bile hep o kazanıyor ama olsun:))
Bu arada bizim holdingin her yıl müdürlerine ısmarladığı check-up'a gittim; en korktuğum açlık kan şekerinin normal olduğunu görüp sevindim, diğer kan değerleri, kolesterol vs den zaten endişem yoktu. Ama üç sene önce fark edilen, ama ultrason sonuçlarına göre "biyopsi haketmediği" söylenen tiroid nodülü hem üçe çıkmış (bu iyi bir şey, çünkü multinodüler yapı daha az riskliymiş), hem de sınırları biraz bozulmuş (bu kötü bir şey, çünkü biyopsi yaptırın diye tutturdular). Tiroid fonksiyonlarımda bir bozukluk yok, fazla kilolarıma metabolizma yavaşlığını bahane edemem yani. Kendi doktoruma gidip tekrar baktıracağım tabii.

Ayın üçüncü haftasonu ile bayramı birleştirmek için hakimden izin istedim, verdi. Mammut da oğlanı verirse Nemo 4 günlüğüne bende olacak.

Dosya çoktan İstanbul'a geldi, Nemo'nun babayla gideceği pedagog randevusunu okulu açılmadan önceki bir tarihe koymasını da istedim ama bir karar vermedi; okulu da haftaya açılıyor zaten. Hakim resmen babasının bir mazeret uydurup getirmemesi, raporun 13 Ekim'deki celseye de yetişmemesi için fırsat yaratmış oldu.

AİHM'den bildirdiler, başvurumun kabulü ve haklılığı birlikte değerlendirilecekmiş; hükümete benim şikayetimle ilgili sorularını yöneltmişler ve 15 Ocak'a kadar cevap süresi tanımışlar. Gerçi hükümet öncelikle uzatma ister, Mart'tan önce cevap vermezmiş. O cevabı verebilmek için de ilgili dosyaların hakimlerinden görüş istermiş. Böyle bir durumda bazı hakimler ters tepki verir, bazıları ise toparlanırmış. Bakalım bizimki hangi gruptan...

Shrek işi ilerletti, kendinden soğutmalı bir dondurma makinesi aldı. Eskisi gibi haznesini 24 saat buzlukta bekletmek gerekmiyor, ama sanırım en önemlisi, dondurma yapılırken haznenin ısınıp erimiyor olması. Sanırım malzemenin daha sabit bir soğuklukta karıştırılıyor olması kıvamının daha iyi olmasına neden oluyor. Ben de meyvalı sorbelerden yumurtasız ama sütlü dondurmalara terfi ettim.
Gerçi yeni makinayla yaptığım denemelerden değil ama bir de paylaşacak dondurma tarifim var: Limonlu Çubuk Dondurma


Nemo ekşi meyvalı dondurmaları seviyor diye yaptım ama ona fazla ekşi geldi. Oysa bence hiç de ekşi değil, birer birer hepsini ben yiyip bitirdim.


Malzemesi:
3 limon
250 ml krema
250 ml süt
125 ml tozşeker
1 tutam tuz
2 çorba kaşığı limonlu votka (ben lemoncello koydum)

Yapılışı:
Limonların kabuğunu rendeleyip krema, süt, şeker ve tuzla birlikte düşük ısıda şeker eriyene kadar 5 dk kadar karıştırarak ısıtın. Ateşten alıp ara ara karıştırarak 20 dk kadar soğutun. Limonları sıkarak 160 ml limon suyu elde edin; gerekiyorsa bir limon daha sıkın. Yavaş yavaş karıştırarak diğer karışıma katın. Lemoncelloyu da katın. Süzgeçten süzerek sürahiye alıp dondurma kalıplarına dökün. Buzlukta donana kadar bekletin.

12.8.09

Curves

Tamam tamam:)) Hani bazen bilirsiniz karşınızdakinin duygularını, ama yine de duymak istersiniz ya, böyle bir ihtiyaçla yazdım, önce o yorumu, sonra hızımı alamayıp geçen yazıyı. Gelen yorumları işyerimdeki mail adresime gelecek şekilde ayarlamıştım. İki gündür her baktığımda yeni 1-2 yorum geldiğini gördüm; okudukça içim açıldı. Hem gülümseyerek okudum, hem azıcık utandım, çünkü resmen şımardım, yorum yazın, destek verin dedim, bu kadar da açık açık istenmez ki... Artık bu kadar yorum beni epey idare eder, kendinizi yorum zorunda hissetmeyin sakın.

Ama o kadar iyi geldi, o kadar iyi hissettim ki, gün içinde konuşup bilgi aldığım spor salonundan akşam deneme seansı için randevu aldım, iş çıkışı eve uğrayıp kendime bir spor çantası hazırlayıp yine fırladım ve deneme seansını yaptım; sonra da kayıt oldum!

Epeydir İstinye'de dükkana benzeyen, pembe camlı, camında kocaman Curves yazan bir yer dikkatimi çekiyordu. Curves, Amerika'da yaygın bir spor merkezi zinciri, franchise veriyorlar. Sadece kadınlar için düzenlenmiş bir sistem. Daire şeklinde dizilmiş 8 hidrolik makina ve aralarında dinlenme hareketleri yapılan boşluklar var. Bir noktasından binip 3 tur attıktan sonra indiğiniz bir atlıkarınca gibi. 30 saniye makinada çalışıp 30 saniye aradaki boşlukta hafif hareketler yapıyorsunuz; en sonunda da yan taraftaki boşlukta gerilme hareketlerini yapıp bitiriyorsunuz, hepsi 30 dakika. Arka tarafta soyunma salonu, kilitli dolaplar ve duşlar var. Herkes hep aynı şeyi yaptığı için dikkati dağıtacak hiçbir şey yok. Vitamin bar, aynalar veya size kendinizi yetersiz hissettirecek havalı antrenörler yok; iki genç, cici, güleryüzlü hanım size aradaki hareketleri gösterip, makinalarda hatalı çalışmamanızı sağlıyorlar.


30 dk az değil mi? İlk aklıma gelen soru buydu, ama yarım saatin sonunda programı kırmızı bir surat, nefes nefese, ter içinde bitirdim. Herkesin aynı programı uygulaması uygun mu? Bu da ikinci soru. Makinalar ağırlıkla değil, hidrolik sistemle çalıştığı için siz ne kadar kuvvet uygularsanız, o kadar dirençle karşılaşıyorsunuz; siz güçlendikçe daha güçlü yapıyorsunuz ve hep uygun derecede zorlanıyorsunuz, dediler. Makinalar hidrolik olduğu için kasları şişirmezmiş ve ertesi gün laktik asit birikip tutulmazmış. Arada 3 kez nabız kontrolü var; amaç hep yağ yakma düzeyinde tutmak. Ben tabii her zamanki gibi asker disipliniyle ve gücümü sonuna kadar harcayarak, hiç kaytarmadan yaptığım için üçüncü turu zor tamamladım, bittiğinde ben de bitmiştim.

İsterse ağırlıkla çalışmak kadar faydalı olmasın; "yaptığın" spor en faydalısıdır. Ya da daha uzun süreli yapmaktan daha az faydalı olsun; devam edebildiğin yarım saatlik spor, bıraktığın 1 saatlik spordan iyidir. Daha önce heves ettiğim yetişkin yüzme kursu hala açılmadı mesela. Dolayısıyla ben topu topu 100 m yüzmek için havuza filan gitmiyorum. Yüzmek istediği kadar kadar daha faydalı olsun, ben yüzmedikten sonra neye yarar... Buna ne kadar devam edeceğimi de göreceğiz bakalım. Ben her ihtimale karşı şimdilik 1 aylığına yazıldım.

Bu ani kararlılık ve "artık gerçekten spor yapmalıyız"ı lafta bırakmama gücünü bulmamda bir etken daha var, o da aynı sabah Shrek'in gönderdiği bir yazı. Yazıda "Onlar bile gençken neydiler, yaşlanınca ne oldular" diyerek aşağıdaki gibi fotoğraflar gösterip, düzenli spor ve doğru beslenme ile 92'sinde bile zımba gibi Amerikalı bir vücut geliştirmeci olan Jack LaLanne örnek gösteriliyordu.

Hoş bence ikisi de az göbekli ve kasılmamış halleriyle gayet hoşlar ama yine de yazı üzerimde itici bir etki yarattı. Fotoğraftakiler ünlü kadınlar olsaydı eminim ters teperdi; onlar bile bu hale geldiyse ben kimim ki, benim bu halde olmam çok doğal derdim.

Bu da 92'lik amca... Amerika'da yaşayan/yaşamış olanlar bilir belki, TV'de fitness programı filan da yapıyormuş. Adamın bu işten para kazandığını da hesaba katmak lazım tabii.

10.8.09

Duygudaşlık

"Empati" diye dilimize dolanan şeyin Türkçesi "duygudaşlık"... Bu kavramı empati adıyla öğrenen çoğu insan böyle bir karşılığı olduğunu bilmiyor bile. Ben de duygudaşlık sözcüğüne ilk rastladığımda empatiyle aynı şey olduğu aklıma gelmemişti. Halbuki ne güzel, ne kadar anlamı üstünde bir kelime... Özellikle şirkette bana bağlı genç satınalmacılara yeri geldikçe "duygudaşlık gösterin" diyorum, "empati kurun" demekten çok daha etkili, akılda kalıcı bir ifade olduğunu düşünüyorum.
Tabii duygudaşlık göstermek için önce kendini karşıdaki insanın yerine koymak lazım, sonra onun duygu ve düşüncelerini anlamak, sonra da bunu ifade etmek... Şirketteki gençlere esas vurguladığım "anladığını ifade etme" kısmı, çünkü ilk ikisini yapsalar bile üçüncüsü eksik kalıyor genellikle.
Ama bazen hiç aşina olmadığımız bir durumla karşılaştığımızda onu yaşayanın ne hissediyor olabileceğini bilemiyoruz. Bir zamanlar, babam ölmeden çok önce, en yakın kız arkadaşımın babası öldüğünde arayıp "başın sağolsun" diyemeyişim gibi, ne diyeceğimizi bilemiyoruz. Acısını deşermişim gibi gelmişti, gençlik işte... Oysa "duydum, çok üzüldüm" demek bile yeter; onu ve duygularını önemsediğini göstermenin tek yolu...
Nerden mi aklıma geldi? Bir önceki yazıma bırakılan bir yorum aklıma getirdi.

6.8.09

Kaldık Yine İki Başımıza

Geçen Cuma Nemo'yu Erdek'e bırakıp döndüm. Öncesi daha zordu; sonrasında başka şeylerle oyalanmak daha kolay herhalde. Mesela Nemo ada tatili sonrası çok özlediği için anneannesinde kaldı bir gece; o gece bizim evde, onun odasının ve TV seyrettiği odanın bölgesine bile giremedim, kocaman bir boşluk vardı, orada olmamasına alışmak mümkün değildi. Son gün o da çok metanetliydi; "gitmemin iyi tarafı da var, öyle değil mi? klon savaşlarını seyrederim, psp oynarım", polyannacılık oynuyor anası kılıklı... Tabii ben de destekledim, "ben senin iyi olduğunu bilirsem daha kolay dayanırım özlemine, yazın kalan yarısının da tadını çıkarmaya çalış, keyfine bak, takma kafana, biz ne kadar daha zor zamanlara katlandık, bir sene görüşemediğimiz oldu, 1,5 ay ne ki..." dedim.
Geçen hafta dosya hala Erdek’ten gelmemiş ama yola çıkmıştı; hakim yokmuş, imzası için dönüşü beklenmiş. Bunu bahane ederek Mammut pedagogla görüşmesinin Eylül sonunda yapılmasını isteyen bir dilekçe koymuş, hakim de kabul etmiş, hatta Eylül sonunda bana ayrı, Nemo ve babasına ayrı birer tarih belirlemiş, madem onunla dosyayı okumuş olarak konuşacak benimle de tekrar konuşsun diye düşünmüş sanırım. Benim Mammut'un şiddete yatkınlığının rapora yansıması ve tedbir kararıyla Nemo'yu daha erken alma ümidim ertelenmiş oldu. Eylül sonunda okullar açılmış olacak; nasıl o zamana tarih istiyor anlamadım. Yeni bir oyalama tarihi olsa gerek, 13 ekim'deki duruşmaya yetişmesin de karar verilemesin diyedir. İtiraz edeceğim tabii ama adli tatil başladı, hakim izinli.
22 Temmuz'daki güneş tutulmasında hayatımdan çıkacak önemli adam bizim fabrika müdürüymüş sanırım. Hayatımdaki büyük değişiklik ve olgunlaşma gereklilği de iş hayatımla ilgiliymiş. Ben eskiden satınalma müdürüydüm ve genel müdüre bağlıydım. Sonra ilaveten planlama ve depoyu da bana bağladılar ama ben de fabrika müdürüne bağlandım ve adı lojistik oldu. Şimdi yeniden doğrudan genel müdüre bağlandım ve genel müdürlük altındaki müşteri hizmetleri de bana bağlandı; adı da bu sefer tedarik zinciri oldu. Yeni görevle birlikte değil Nemo'yu düşünmek, başımı kaşıyacak vaktim kalmadı.

Bir de Nemo seviyor diye evde ekmek, pizza, suşi, noodle, dondurma, waffle vs. yapıp durdum, birlikte bir güzel yedik; artık toparlanma zamanı...

Bu hafta kendi pedagogumuza anne seansına gittim, bu yaz yaptığı çalışmaları, Nemo hakkındaki yorumlarını anlattı bana. Babasına duyduğu bastırılmış öfke çok belirginmiş; pedagog oyunlarla, resimlerle ifade etmesini ve rahatlamasını sağlamış.

Kendini ve ailesini birer hayvan olarak çizmesini istediğinde yaptığı resmi gösterdi, çok ilginç... Önce beni kuğu olarak sağ tarafa çizmiş, arkama annemi kedi olarak koymuş; ortaya doğru bakıyoruz. Sonra babasını kunduz olarak sola çizmiş, arkasına babanesini tavuk olarak koymuş; onlar da ortaya bakıyor. Ortaya kalın bir sütun, üstüne akvaryum içinde kendini koymuş, o kalamarmış! Sütun kağıdı o kadar kesin bir şekilde ikiye ayırıyor ki babası asla bana zarar veremez. Sağ tarafta kendi hizasına Shrek'i köpek, Süzmebal'ı da akvaryum içinde bir balık olarak çizmiş. Güvenilir ve dost köpek... Öyle de güzel çizmiş ki, kalamar hariç hepsinin ne olduğu ilk bakışta anlaşılıyor. Hele kunduzu nasıll çizebildi, pes...

Başka bir oyunda da hepimize birer cümle söyletmiş. Babası "ben kazandım", ben "seni çok seviyorum, seni çok özleyeceğim", anneannesi "hadi oynayalım", babaannesi "bunu yemek zorundasın, Süzmebal "wii oynayalım", Shrek "wii'yi tamir ettim" demiş...

Daha neler neler, ama bu kadarı yeter.

Geçen kış ödevlerine yardım etmeye gelen abla Nemo'ya Mammut için "manyak o, psikolojik tedaviye ihtiyacı var" demiş; Nemo bunu anneme aktarıp "biliyorum zaten, kızdırmaya gelmez, ben idare ediyorum" demiş. Nemo'nun böyle söylemesi bilinç düzeyinin ne kadar yüksek olduğunu gösteriyor ama ablanın dediği daha da ilginç; Mammut kıza bunu çocuğa dedirtecek kimbilir ne yaptı...

Bırakırken icrayla gittim yine, böylece sorun çıkma ihtimalini tamamen yok ettik. Ben zaten iyice geride, hatta iki basamak aşağıda durdum, suratını görmek zorunda kalmadım. Nemo merhaba diyerek içeri geçerken Mammut'un ilk lafı "saçlarını kestirmedin değil mi?" oldu. Nemo da biraz dayı bir tonlamayla "yok, kestirir miyim" dedi. Saçlarını biraz düzelttirmeye götürmek istediğimde niye o kadar direnç gösterdiği anlaşıldı.

20.7.09

Tatil yazısını başlayıp bitirmeden taslak olarak kaydetmiştim. Arada "Yeniden Devrim"i yayınlayıp, daha sonra "Ada Tatili"ni yayınlayınca, yazıların sırası karıştı... Tatilin ve pedagog görüşmesinin nasıl geçtiğini merak edenler aşağı baksın:)

18.7.09

Yeniden Devrim

Bu tatilin okuması "Yeniden Devrim". Ben genelde roman severim, özenip aldığım inceleme-araştırma kitapları, çok sevsem de çoğunlukla yarım kalır. Bu kitap ise neredeyse roman sürükleyiciliğinde. Yanımda dolaştırıp mümkün olan her an okumaya devam ediyorum.
Atatürk devrimlerine karşı çalışan karşı devrim dalgaları, tarihi olaylar, yazarın kendi anıları ve başka yazarların kitaplarından, gazete yazılarından, röportajlarından alıntılarla anlatılıyor. Ama en hoşuma giden yönü, Atatürk devrimlerine yeniden, bıraktığımız yerden devam etmek için somut öneriler getiriyor olması ve bunun mümkün olduğuna dair ümit vermesi; tipik bir sosyal demokrat değil yani, sadece eleştirmiyor, çözüm öneriyor...
kitaptürk.com'da satılıyor. (http://www.kitapturk.com/books/Kitap/56503/Yeniden_Devrim.htm

17.7.09

Ada Tatili

Evet, tatil insanın zihnini "iş"ten arındırması, başka şeylere yorması ise bu "tatil"di, ama ben çok yorgun hissediyorum...
Nemo sürekli evini özler halde olduğundan, tatil için uzaklara değil de adaya gitmek bence iyi oldu. Önce geçen hafta duruşma için şehre indik, ardından çocuklar isteyince haftasonu için Cuma gecesi inip Pazar gecesi yine döndük, en sonunda Perşembe öğlen ada tatilini bitirdik, çünkü Süzmebal Cuma günü dedesiyle (ve tabii anneannesi ve abisiyle) 10 günlük bir kampa daha gidiyor.

Ada tatilinin rutin bir günü şöyle özetlenebilir:
10.30-11.30 arası Süzmebal'ın yüzme kursu, Nemo'nun evden biraz daha geç çıkıp sabah mahmurluğunu tv karşısında atması, sonra bizim de kulübe gitmemiz, Shrek ve kursu bitmiş olan Süzmebal'la buluşup kahvaltı faslı, sonra çocukların kah denize, kah havuza koşup bütün günü suda geçirmeleri, benim genellikle gölgede kitap okumam, Shrek'le benim masa tenisi oynamamız ve tabii sudaki çocuklara katılmamız, çocukların sosisli sandviç-dondurma-waffle üçlemesi, ve akşamın 7'sini etmemiz, tepede mangal, çocuklar yemeklerini bitirince eve, tv seyretmeye, bizim çayımızı içip biraz sohbet edip öyle eve gidişimiz, evde cartoon network karşısındaki çocuklara icetea servisi, biraz balkonda kitap okumaya çalışma ve uyku vakti...



Tatili yorucu bulan Nemo haftasonu sonrası yeniden adaya dönerken homurdanıyordu:
- Bizim evimizde de havuz var, niye adaya gidiyoruz ki?
- Çünkü tatildeyiz ve evde kalırsak tatil havasına giremiyoruz, siz bütün gün tv seyredip wii oynuyorsunuz, ben icetea ve patlamış mısır servisi yapıyorum.

Genellikle sabahları da benzer homurdanmalar eşliğinde kulübe gidiyorduk ama kısa süre sonra Star Wars sohbeti açıdığında keyfi yerine geliyordu.

Akşamları dikkat edilmesi gereken şey eve girmeden mangala gitmekti, çünkü eve giren Nemo'yu bir daha çıkarmak mümkün olmuyor, Süzmebal ise değişik bir yere gitme programlarına çok hevesli; evde kalalım deyince bu kez Süzmebal "ama benim istediğim niye olmuyor?" demeye başlıyor... sonuçta en iyisi havuzdan doğruca yemeğe gitmek.

İkinci hafta birkaç gün hava bulutlu, sağnak yağmurlu ve rüzgarlı geçti. Meğer Nemo sıcak ve güneşli havadansa bu tür havaları tercih edermiş, bunlar en keyifli günleri oldu, sabahtan akşama kadar suda kaldı.


Bu arada tatilin en önemli olaylarından biri de Süzmebal'ın kendi yaş grubunda birinci olması... Serifika ve madalya sihirli bir etki yaptı, babası söylediğinde terslenen Süzmebal daha sonra annesine kışın da yüzmeye devam edeceğini söylemiş. Zaten anne-babalar ne söylese ters tepen yaşlara girdiler, başkalarının söylemesi ise etkili oluyor. Süzmebal da ancak yüzme hocaları söyleyince yetenekli olduğunu ve devam etmesinin iyi olacağını anladı.

"Havuzda bir yaşlı amca vardı, yüzmenin en iyi spor olduğunu söyledi" Bunlar da Nemo'nun sözleri... E yavrum, ben ne diyorum günlerdir?...
Nemo'nun bu tatilde mayolu ve üstünde tişört olmayan veya havluyla örtünmediği fotoğrafı pek yok, ancak havuza girip çıkarken yakaladıklarım var birkaç tane. Babasının ektiği şişmanlık kompleksi o kadar etkili olmuş ki sürekli saklanıyor güzel oğlum. Belki birkaç kilo fazlası var ama üstüne "şişman duruşu" gelmemiş olsa hiç dikkat çekmeyecek; havuz kenarında, salda, atlayıp çıkarken de sürekli elleri, kollarıyla üst bedenini saklamaya çalışır bir postür geliştirmiş. Ne kadar güçlü olduğunu, çok sağlıklı göründüğünü, çok yakışıklı olduğunu söyleyip durduk ama bu kadar kısa sürede etkili olması kolay değil. Zaman lazım...



"Saçların çok uzadı, gidip kestirelim, çok kısa değil ama biraz kısalsın hiç olmazsa" dedim ama surat iki karış. Sonra aklıma geldi geçen saç kestirme sonrası olanlar. Babası "vay sen çocuğun saçlarını nasıl kestirirsin?" diye saldırırsa tabii istemez...

Perşembe günü eve dönerken ertesi gün doğumgünü olan Süzmebal "niye doğumgünü partisi yapmıyoruz?" dedi. Onlar babasıyla Harry Potter'ın yeni filmine gitti, pasta ve doğumgünü hediyesi alıp döneceklerdi; ben de doğumgünü süslerini ortaya çıkardım; buzluktaki milföy imdada yetişti ve sosisli milföy yaptım; bir yandan da ekmek makinesini ortaya çıkarıp kısa programda soğanlı ekmek yaptım, onlar da yıldız şeklinde kalıplarla kesilmiş peynir ve salamlarla süslenip kanapelere dönüştü. Kanapeleri Süzmebal, sosisli lokmaları Nemo, doğumgünü pastası niyetine aldıkları frambuazlı tartı da Shrek'le ben bitirdik...





Nemo bu arada dörtgözle anneannesine kavuşacağı günü bekliyor. Telefonla konuştuklarında "seni çok özledim" deyişini duysanız... "Erdek'teyken de anneannemi göremiyorum, buradayken de bu iki hafta göremedim, bu haksızlık..." dedi hatta. Geçtiğimiz haftasonlarından birinde Nemo'yu evden dışarı çıkmaya zorladığımda "haftaiçini daha çok seviyorum, anneannem beni hiçbir şeye zorlamıyor" da dediydi zaten... Ben de ona annemin ben çocukken ne kadar farklı olduğunu, annelerle anneannelerin yaklaşımlarındaki farkları ve nedenlerini anlattım.

Pedagog randevusunu bir gün önce Pazartesi'den Cuma'ya aldırdığım için Cuma sabahı Nemo'yla adliyeye gittik. Pedagog yarım saat benimle, bir saat de Nemo'yla konuştu. Nemo'nun anlattığı kadarıyla resimler göstererek testler yapmış, hikayeler tamamlatmış, resim yaptırmış. "Yalnız anlamadığım bir şey var, gösterdiği resimler Sonnur Abla'nın gösterdikleriyle aynıydı" dedi Nemo. 6 Ağustos'ta da babayı çağıracakmış, "Nemo'yu da getirirse iyi olur, bir daha görürüm" dedi. Ben çok ümitliyim, Mammut o kadar aşırı tepkiler veriyor ki pedagogu kandırması bence mümkün değil, adam kimin ne olduğunu çok iyi anlayacaktır; Nemo'nun onun yanında nasıl hissettiğini de görür.

21 Temmuz'da Yengeç burcundaki güneş tutulması, üstelik yeniay zamanı... Bazı olaylar beklediğimden çok daha hızlı gerçekleşecek, belirgin bir erkek figürü hayatımdan çıkıp gidecek, ben daha olgun, daha sorumluluk sahibi olacağım yeni bir döneme geçeceğim. Bunlar benim umduğum şekilde doğru çıkarsa, astrolojiye inanmamak mümkün mü artık?

İki haftalık tatil işte böyle, bu düşüncelerle geçiverdi...

Not:

Banner'daki Bodrum-Gümbet'te bir tatil fotoğrafı, senelerden 1982-83 filan olsa gerek. Delfina'nın yazdığı "bannera fotoğraf nasıl konulur" yazısını görünce özendim, eskilerden bir görüntü koyuverdim.

11.7.09

Karşılaşma

30 Haziran'da velayet davasının duruşması vardı. Erdek'ten dosya daha dönmemiş. Karşı tarafın verdiği dilekçeden öğrendiğimize göre Erdek'teki hakim, "ara kararda pedagog değerlendirilmesi istenmiş, ama ilçemizde pedagog olmadığından rehber öğretmen görüşmüş ve rapor vermiştir" demiş, bunlar da dilekçelerinde "ara kararı pedagog veya rehber öğretmen olarak değiştirin" diyorlar. Biz de "hazır çocuk Temmuz sonuna kadar İstanbul'da; mahkemenizin uzman pedagogu değerlendirsin" dedik. Ve çok büyük bir şans yakaladık! Şimdi, önümüzdeki günlerde mahkemenin pedagogu Nemo ile görüşecek. Bu iyi haberdi; kötü ama beklenen haber ise bir sonraki duruşmanın 13 Ekim'de olması...
Ben Nemo'yu strese sokmamak için şimdilik pedagog görüşmesinden bahsetmedim, ama 1-2 gün öncesinde konuşacağım ve özetle "mahkemenin uzmanı seninle görüşecek, Erdek'te değil burada, o yüzden baban ne dediğini öğrenemez, eğer benimle yaşamak istiyorsan bunu açık açık söylemelisin, bu son şansın" diyeceğim. Benim babası gibi "benimle kalmak istediğini söyle, yoksa öğrenir, fena yaparım" diyecek halim yok zaten... Nemo babasının verdiği cep telefonunu kapalı tutuyor, belki kapalı olduğunun farkıda değil, belki de görmezlikten geliyor, tatile giderken yanına da almadı; onun güç alanından çıktı diye yorumluyorum. Geçen hafta bir başka duruşmada babasıyla rastlaştığımızda (bu apayrı bir hikaye, az sonra anlatacağım) bana "Nemo'ya söyle telefonunu açsın" dedi zaten. Şimdi en büyük korkum, pedagog görüşmesi için aldığımız randevuyu öğrenmişlerdir ve görüşmeye girmeden önce karşımıza dikiliverecektir. Çocuğa kendini göstermesi bile onun korkup babasının programladığı gibi konuşmasına yeter... Ben de üç yıldır Nemo'yu takip eden pedagogumuzdan bir dosya hazırlamasını rica edip elimde yaptığı testler ve yorumlarıyla gideceğim. Mahkemenin pedagogu kendi görüşünü raporlayacak elbette, ama oradaki süre kısıtlı; isterse bir meslekdaşının çalışmasına da bakabilir veya en azından benim Nemo'yla nasıl ilgilendiğimi görmüş olur.
Kışın sadece bir günlüğüne geldiği için pedagoga götürecek vakit olmuyordu, hoş zaten pedagogumuz da doğum iznindeydi. Bu tatilde birkaç kez götürdüm; ilk seferinde bir sürü yarım cümle verip Nemo'ya kendi yazısıyla tamamlatmış; bir sonrakinde resim yaptırmış. Babasına çok kızgın olduğu hepsinde çıkıyor ortaya.
Geçen hafta bir duruşmamız daha vardı, yukarıda sonra anlatacağımı yazdığım rastlaşmaya neden olan... Geçmiş hikayeleri hatırlamak zorunda bıraktıran... Mammut'un ben Shrek'le görüşmeye başladıktan sonra beni izlettirip, Shrek yüzünden onu terk ettiğimi kurarak tepindiği zamanlarda, aramızdaki ilişkiyi kanıtlayıp velayet davasında avantaj elde etme emelleri doğrultusunda, bir de hırsızlık gerçekleşmişti. O zamanlar anlattım mı emin değilim. Shrek'in evine girilip sadece dizüstü bilgisayarı, oğluyla bir fotoğrafı ve şirket kimlik kartı çalınmıştı. Shrek de karakoldaki ifadesinde Mammut'un yaptırdığından şüphelendiğini söylemişti. Bu olayın öncesinde Mammut hem benim, hem Shrek'in evine temizliğe giden kadını arayıp kendisini Shrek'in evine sokmasını, sadece bilgisayarda fotoğraf arayacağını da söylemişti. Daha önceleri anlaştığım güvenlik firmasının yanıma koruma olarak verdiği bir adam da arayıp "abla, Mammut kendisini Shrek'in evine sokmamı istedi, istersen suçüstü yaptıralım" demişti de ben yanaşmadıydım. Neyse, sonuçta savcılık araştırıyor, tabii Mammut'un yaptığına dair bir kanıt bulamıyor, Mammut da Shrek'e iftira davası açıyor. İşte geçen hafta orada mecburen karşılaştık. Shrek sanık, ben tanık... Mahkeme koridorunda daha başladı Mammut, "demek o it buymuş", "ben sizin sitede daire tuttum, havuzda boğacağım", vs. Avukatı olan genç hanım da onu yatıştırmaktan aciz. Avukatına "işim gücüm var benim, Almanya'da bir projemiz var, dün akşam bilmem kaça kadar onunla uğraştık ama bitmedi, bu sabah devam edecektim, şimdi bununla uğraşıyorum"... Sanki şikayetçi olan biziz de bizim yüzümüzden mahkemeye gelmek zorunda kalmış! Sonra bir baktık, koridorun sonundaki müracaat savcılığı odasına gitti, kapıda bir adamla kafa tokuşturarak selamlaştılar; artık savcı mıdır, kalemi midir bilmem... Adam vaktiniz varsa burada otur, bir çay içelim deyince en azından görüş ve tehdit alanında çıkmış olduk.
Epey gecikmeli olarak duruşma başladı, içeriden hakim hanımın yükselen sesi geliyordu zaman zaman, nöbetçi hakimmiş. Sonra tanık olarak beni çağırdılar. Hakim hanım Shrek'in kapısından çıkarken Mammut'la bir arkadaşının yolumu kestiği, polis çağırarak oradan çıktığımı zapta geçirttiğini, velayet davasında kullanmak istediğini söylediğimde, üstüne basa basa "daire kapısı mı?" diye sordu, "e evet, daire kapısı, hatta arkadaşı fotoğraflarımızı çekiyordu, velayet davasına da verdiler onları" dedim. Çıkınca öğreniyorum ki, Mammut Shrek'in evini bilmediğini, daire kapısına hiç gitmediğini filan söylemiş. Ayrıca döne döne benim Shrek yüzünden evi terk ettiğimi anlatmış, hakim o yüzden bağırıyormuş, "ne ilgisi var, biz burada iftira olup olmadığını anlamaya çalışıyoruz" diye...
Duruşma bitip dışarı çıktığımızda, Sarıyer Adliyesi'nin hemen karşısındaki otoparka doğru ilerledik. Sokağın karısına geçtiğimizde Mammut koşarak gelip Shrek'e vurmaya kalktı; Shrek kolunu kaldırarak vuruşunun önünü kesti; ben ciyak ciyak.. Avukatı sakinleştirmeye çalıştı, o sırada polisler geldi; ben önümüzdeki kafede oturanlara gidip şahit olur musunuz diye sordum, orada oturanlar "biz bir şey görmedik, seslere döndük, biz de aramızda vurdu mu, vurmadı mı diye tartışıyorduk" dediler. Biz adliyeye girip savcıya şikayette bulunmak istedik ama odası kilitliydi, muhtemelen öğle tatiline çıkmıştı. Neyse, zaten şahit de yok deyip yeniden dışarı çıktık. Karşıdaki açık otoparka girdiğimizde Mammut'un arabasının da orada olduğunu fark ettim. Anında Mammut arabasının tarafından bize doğru koşarak geldi, Shrek'in sırtına bir yumruk attı, sonra kendini yere attı, baktı kimse ilgilenmiyor yine kalkıp Shrek'e saldırdı, ben tabii yine çığlık çığlığa, sokakta insanlar toplandı, ben araya girmeye çalışınca Mammut sağ yanağıma bir kafa attı, yere düştüm, doğrulduğumda Shrek Mammut'un boynunu kolunun arasına sıkıştırmış, Mammut'un eli Shrek'in apış arasında, Mammut arabadan inen arkadaşına "Apo, yardım etsene lan" diye sesleniyor... Polisler geldi sonunda, Mammut'u tutup ayırdılar. Shrek'in sonradan dediğine göre Apo onlara doğru yaklaşırken Shrek ona "sakın" demiş, "sadece ayırmak için karış". Avukatı ağlayarak ve cep telefonuyla konuşarak uzaklaşıyordu. Sonuçta biz kendi arabamızla, onlar kendi arabasıyla ama polis eşliğinde Sarıyer karakoluna gittik. Adli tıp raporları alındı, ifadeler verildi. Sabah Shrek'in aklına gelmiş böyle bir şey olabileceği, spor bir ayakkabı giymiş, niye daha uyduruk bir gömlek giymedim ki diye hayıflanıyordu, en sevdiği mavi çizgili gömleğinin yakası ve iki düğmesinin yanları yırtılmış durumda. Benim de kahverengi keten pantalonun dizi yırtık, dizimde pis bir yara, iki kolumda koca birer morluk (onlar ne zaman oldu hiç hatırlamıyorum), sağ yanağımda hafif bir yumuşak doku travması. Shrek diyor ki, Mammut çok hesaplı dövüşmüş, hiç Shrek'in suratına veya iz bırakacak şekilde vurmamış. Polislerin dediğine göre de Mammut "bana karını aldım, çocuğunu da alacağım dedi" demiş. Herhalde onun başlattığını gören birilerinin şahit olması ihtimaline karşı hafifletici sebep olarak uydurdu.
Nemo'ya arabadan inerken ayağım takıldı, düştüm dedim.
Tatil haberleri daha sonra... Bunları izi silikleşmeden yazmalıydım.

27.6.09

Yaz Tatili

Ne oldu bana bilmiyorum, hiç yazasım yoktu epeydir. En son 24 Mayıs'ta yazmışım. O zamandan bu yana neler oldu diye düşünüyorum da, en önemlisi 15 Haziran'da Nemo'yu gidip aldım, 31 Temmuz'a kadar burada.

Son hafta okula gitmemiş, bir tek Cuma gidip karnesini almış. Babası ona, müdür bana Nemo’nun son hafta gelmesine gerek yok dedi, çünkü dersleri çok iyi, çok başarılı, hatta seneye proje başkanı olabilir demiş. Bir hafta birlikte kalıp denize girmişler, oynamışlar. Sonra Cumartesi mahkemenin görevlendirdiği biri gelmiş. Erdek’ten bir rehber öğretmenmiş. Nemo’nun odasında konuşmuşlar. Ne konuştunuz sorusuna “bana annenin yanında mutlu musun, babanın yanında mutlu musun filan dedi” diyor. Peki sen ne dedin sorusuna “yorum yok; babama da öyle diyorum” diyor. (Sonra Shrek akşam evde sorduğunda ona “yazın yarısını annemde, yarısını babamda geçirmek istiyorum dedim, kışı sormadı zaten” demiş.) Son hafta belli ki babası onu sıkı işlemiş, tam bir programa tabi tutmuş.
"Ben bu sefer babama korkmadan tatilde anneme gitmek istiyorum dedim; o da bıraktı, ben deyince yapar" dedi mesela…
Babası yanına cep telefonu verdi, hatta icra zaptına yazdırdı, her gün de aramasını istemiş. ilk günler aradı, daha doğrusu ilk ikisine şahit oldum, daha sonra aryıp aramadığını bilmiyorum, "sence aramalı mıyım?" sorusuyla karşılaşmamak için de sormuyorum.

İlk hafta Süzmebal da bizdeydi, Shrek evde kalıp ikisine gözkulak oldu; birlikte alışveriş yaptılar, Süzmebal'ın evinde oynadılar, Shrek'in gezi önerilerine birlikte hayır deyip wii-lego-film üçgeninde tatil yaptılar.

Zor zamanlar da oldu. Annemin torununa karne hediyesi alırken Süzmebal'a da almak istemesi, ben hayır dememe rağmen Nemo'ya söyleyip, tabii Süzmebal'a da hissettirip beklenti yaratması, Süzmebal'ın legosunu annesinin evinde açmak istemesi, babasınn sürprüz hediyesini beğenmeyip lego istemesi, Nemo'nun Shrek'e karne hediyesi aldırması, benim ayrıca bir tane daha almayacağımı öğrenmesi şeklinde bir olaylar zinciriyle küçük bir servet harcandı ve karşılığında iki asık suratlı çocuk ve iki sıkıntılı yetişkin olarak haftayı bitirdik.

Doğal olduğu üzere birlikte yaşayan anne-çocuk ilişkisinde üzerinde durulmayacak küçük ve normal sıkıntıları gözümde büyütüyorum belki de. Öğlene doğru uyanıp gece çok geç yatması, "şunu yapalım mı? şuraya gidelim mi?" sorularını hep "istemem" diye cevaplaması, havuza gitmeye bile üşenmesi, birlikte yapacak şey bulamamak 10 yaş çocukları için çok da garip şeyler değil sanırım; özellikle burada arkadaşı olmayan ve tamamiyle "buraya ait" hissetmeyen bir çocuk için... Hoş onun yaşında ben de sürekli sıkılırdım. En mutlu, hatta hatırladığım tek mutlu zamanlar ilkokuldaki en yakın arkadaşımın Didem'lere gittiğim zamanlardı; hele gece yatıya kalmak için izin kopardığımda keyfime diyecek olmazdı. Kumburgaz'da bir sitede yazlıkları vardı, bir haftalığına orada da kaldıydım; o kadar eğlendiydim ki eve dönmek zor geldiydi. Frigo yapıp dondurduyduk, annesi bize bir örnek gecelik aldıydı, ilk platonik aşkım oradaydı... Şimdi Nemo bütün gününü film seyrederek, wii oynayarak ve legolarıyla oynayarak geçirirken keyfi yerinde görünüyor, yeter ki bir yere gidelim demeyeyim. Çok ısrar edince kabul ediyor ama iki karış suratla ve söylenerek geliyor peşimden. Sonra dönmemize yakın keyfi yerine geliyor, hatta zorla götürdüğüm bir akşam misafirliğinden döndüğümüzde "oraya bir daha ne zaman gideriz?" diye sordu. Bir yaşıma daha girdim...

Bu arada gerçekten de bir yaşıma daha girdim, olduk 43! Geçen hafta ablamlar İstanbul'daydı, ben de Cumartesi gecesi kendime bir pasta yapıp Pazar sabahı onları, tabii yeğenimi ve annemi kahvaltıya çağırdım, sonrasında pasta kestik ve ailece kutlamış olduk.


Çocuklar büyüdükçe işler zorlaşır derlerdi de inanmazdım...

24.5.09

Haftasonu Gezginleri

Çok gezdik bu haftasonu... kah misafirlikte, kah gençlikte.

Cuma akşamı Hakan ve kız arkadaşı yemeğe davet etmişlerdi. Hakan Shrek'in çok eski bir arkadaşı; anne-babaları da birbirleriyle arkadaşlarmış. Tesadüfen benimle aynı liseden, benden birkaç yaş büyük. Kız arkadaşı da bizden epey genç, çok cici ve akıllı bir kız; çok uğraşmış, lezzetli ve değişik şeyler hazırlamıştı; mesela Cezayir mutfağından kuru erikli, bademli kuzu eti. Sonra da tütsü kokulu çok değişik bir çay eşliğinde uzun uzun sohbet ettik.

Cumartesi ise, yine esasen Shrek'in arkadaşı olup benim de sevdiğim Nilüfer'in kızının diş buğdayı daveti vardı. Nilüfer her yaz mutlaka en az bir kez bir bahane bulur, arkadaşları, eşi, dostu bahçesine toplar zaten. Kız bebek giysileri o kadar tatlı ki dayanamayıp Derin bebeğe pempe bir bahçıvan şort, pembe minik çiçekli poplin bluzu ve şapkasından oluşan bir takım aldık. Bir de bir tepsi browni yapıp götürdüm. Herkes birşeyler yapıp getirmiş, sadece diş şeklindeki pasta ve süslü kurabiyeler bir butik pastacıya ısmarlanmıştı. Diş buğdayı nedir bilmem aslında. Shrek de davet edilince ilk işi annesini arayıp "diş buğdayı nedir? biz Süzmebal'a yapmış mıydık?" diye sormak olmuştu. Hala da hikayesini bilmiyorum; eşi dostu toplayıp kutlamak için çok güzel bir bahane olması yeterli. Şekerle pişirilmiş, tarçınlı cevizli birer kase buğday ikram edildi. Bir tanesinin içine altın saklanırmış meğer, Shrek'e çıkmaz mı... Sofradakilerin hepsinden azar azar tadarak, yeniden başlayacağım sağlıklı ve hafif beslenme düzenine de altlık yapmış oldum. Hatta -bir kurabiye canavarı olarak- renkli kurabiyelerden yemediğim için kendimle gurur duyuyorum.

Bu aralar Shrek'in canı açık hava çekiyor. Pazar günü yapılacak Chill Out Festival'e bilet almış. Evdeyken plak dinlemediğimiz zamanlarda sürekli Lounge FM dinleriz biz; orada reklamı yapılıyordu uzun süredir. Kemer Golf&Country Club'da, öğlenden geceyarısına kadar süren, çayıra yayılıp çıkan toplulukların dinleneceği bir açıkhava konseriymiş. Park Orman gibi bir yer hayal etmiştik, ama çok daha küçük bir alana sıkıştık. Gerçi alan büyük ama sahnenin önündeki düzlükten dışarı çıktığınızda konserden koptuğunuz bir düzenleme var. Park Orman'daki gibi, gençler sahnenin önünde, bizim gibiler biraz daha geride, ama aynı ortamda, aynı düzlemde olamıyor. Yine de güzeldi... Çimenin üstüne yayıldık; bir süre sonra tıklım tıklım olduğunda aralardan geçecek yer bile kalmadı. Yaş ortalaması 25-30 arasında gibiydi. Normalde şirkettekilerin dışında gördüğüm insanlar, sabah işe giderken Maslak'ta gördüğüm, servis otobüslerinden inip çalıştıkları binalara doğru yürüyenlerden ibaret. Böyle bir topluluk oldukça farklı geldi tabii... Shrek bizim gençliğimizde kızların daha güzel olduğunu söylüyor. Bu kadar çirkin bacaklı kızı bir arada hiçbir yerde göremezmişiz. Bence ona öyle geliyor ama neyse:)
Aşağıdaki fotoğraf ilk gittiğimizde, henüz kalabalıklaşmadan önce çekildi. Sonraki halini siz düşünün; o aralardan görünen yeşillikler görünmez olmuştu. Yanımızda okuyacak kitap ve meyva götürmüştük (bir ufak şişe de su vardı, ama kapıdaki görevliler içeri alamayacağımı söylediler, biz de orada içiverdik); kitap okunabilecek bir ortam değildi ama meyvalar iyi gitti. Şapka ve 50 faktör güneş kremine rağmen yüzüm biraz kızardı. Esas topluluk olan Lamb çıkana kadar dayanamadık, akşam 9 gibi ayrıldık. Hoş bir gün olarak hatırımda kalacak.

17.5.09

Uzağa Düşen Armut

Olaysız bir haftasonu geçti. Cuma akşamı Nemo’yu aldık, Pazar günü yine 12.20 Yenikapı-Bandırma deniz otobüsü ile gittik. Deniz otobüsü feribottan daha yavaş gidiyor; Bandırma’ya yanaştığımızda 14:55’ti. Erdek’li taksi şöförü Eşref Bey bizi karşılayıp son hız Erdek’e götürdü, Nemo’yu bırakırken kapıya kadar benimle geldi, sonra da 15.30 Bandırma-Yenikapı deniz otobüsüne yetiştirdi.
Nemo geçen sefer onu bıraktıktan sonra olanları duymuş, daha doğrusu çığlık atmışım – ben farkında bile değilim. “Ya yine saldırırsa” dedi, “yok” dedim, “yanımızda biri olunca yapmaz, korktuğumuzdan değil, önlem alıyoruz”. Ve ekledim “bak bunları seninle konuşacak pedagoga anlatmalısın”. “Şikayet ettin mi? Ceza alacak mı?” diye sordu. “Yok” dedim, “çünkü sadece annemin şahitliği yetmez, başka birileri daha görmüş olsaydı, o zaman ceza alırdı, çünkü annelerin çocukları için yalan bile söyleyebileceklerini biliyorlar”.
Cumartesi günü evde epey bir oynadıktan sonra dışarı çıkmak istediler; bahçede top oynamak, açıkhavada koşturmak istiyorlar zannedip sevindim önce, ama kastettikleri kapalı oyun yerlerinden biriymiş. Onları oyun yerine bırakıp biz de Shrek’le alışverişimizi yaptık; çok da verimli oldu. Yandaki yapı marketten uzun zamandır fırsat bulamadığımız banyo apliğini ve değişecek balkon lambalarını aldık.
Evdeyken Shrek onlara bir örnek iki boş çay tenekesi gösterip “bunlar sizin para kutularınız; bundan böyle bunların içinde biriken paranızla oyuncak alabilirsiniz” dedi; çünkü her dışarı çıktığımızda çocuklar bir oyuncakçıya girmek istiyorlar; Nemo anneannesinin onun için biriktirdiği parasıyla bir oyuncak almak istiyor; Süzmebal da annesinin evinde, kasada duran parasıyla yarı yarıya paylaşalım, yarısını ben vereyim diyor. Sonuç olarak oyuncaklar alınıyor; Süzmebal evden getirmiyor ve tabii ben de isteyecek değilim. Parası bir yana, Süzmebal’a o anı geçiştirecek iyi bir senaryoyla istediğini elde edip sonra sorumluluğunu ihmal edebilirsin mesajı vermiş oluyorum ki bu da hoş değil. Shrek’in duruma el koyarak böyle bir kural koymasındaki esas neden bu...
Oyun yerinden çıktıklarında ikisi de terden sırılsıklamdı. Durumu tahmin ettiğim için yanımda birer tişört, birer gömlek götürmüştüm. “Hadi hemen üstünüzü değiştirin” dediğimde Süzmebal pek itiraz etmedi ama baktım Nemo ıslak tişörtünün eteğini çekeleyerek yan çiziyor. Etrafta insanların olduğunu, onu görecekleri, utandığı gibi nedenler öne sürerek... E havuza, denize girerken de o kadar görüyor herkes seni, niye utanıyorsun?” gibi şeyler diyorum ama işe yaramıyor. Biraz kurcalayınca ortaya çıktı ki, babası şişman olduğunu söylemiş, o yüzden çıplak görünmek istemiyormuş! Baba müsveddesi! Tişörtünü değiştirdi sonunda ama Süzmebal'a bakmamasını tembihleye tembihleye. Bir yandan ben, bir yandan Süzmebal ve Shrek, bedeninde utanacak hiçbir şey olmadığını, ayrıca şişman değil, iri olduğunu, bu sayede de çok güçlü göründüğünü söyledik; üstelik büyüme çağında enerjiye ihtiyacı olduğunu, zayıf olsa bu kadar iyi büyüyemeyeceğini, sakın ha az yemeye çalışmamasını, sağlıklı şeyler yemesini, ama bunu da zayıflamak için değil, sağlıklı olmak için yapmasını vs. Erken başladı bebeğim...

Çocuklar üstünü değiştirip bir şeyler içti; sinemaya baktık, ama yakın saatli beğendikleri bir film olmadı. O sıradaki sohbette de babasının onu bir s.e.x. filmine götürdüğü (arama motorları bulamasın diye değil, Nemo böyle harf harf söylediği için bu şekilde yazıyorum), gişedeki adamın yaşı küçük diye Nemo’nun giremeyeceğini söylediği, ama babasının onu gizlice içeri soktuğu anlaşıldı. Bakalım pavyona ne zaman götürecek... Bir keresinde de babasını tamamen çıplak görmüş, çok kötü görünüyormuş. Çocuğun niye aklının cinsellikle ilgili niye bu kadar karıştığı belli...
Her yeni bir konu çıktığında “bak bunu da pedagoga anlat” deyip durdum, ama ne kadarını aktarabilir, görüşen kişi raporuna ne kadar yansıtır, babası ve karanlık ilişkileri etkili olur mu bilinmez...
Asıl amacı Nemo’yu kendine benzetmek, kendi doğruları ve değerleriyle büyütmek, ama şimdilik sadece ters tepiyor. O ne kadar maçoluk aşılamaya çalışsa da benim oğlum “Sevgili Salak Günlük” serisini okuyor, üstelik sınıftaki kızların “kız kitabı” olduğunu söylemelerine rağmen... Hangi takımı tuttuğunu sordularında takım tutmadığını söylüyor veya Fenerbahçe diyor, Süzmebal fenerli olduğu için... Duygularını da (babası yanında değilken) o kadar iyi ve açık ifade ediyor ki, biraz içim rahatlıyor. Babası ne kadar kötülerse kötülesin, o sevinip teşekkür etme jesti olarak Shrek’e sarılabiliyor...

11.5.09

Komplo teorisi / Ruh temizliği

Bu dava birkaç celse sonra karara bağlansa da bunun daha temyizi var; önümüzdeki okul yılı da böyle geçer. Hoş sanki velayet kararı olunca herşey çözülecek... Oğlan büyüyüp güçlenene kadar daha 4-5 yılımız var.
Bu kayıp yılların esas sorumlusu buna izin veren hukuk sistemimiz tabii. Sanki dava açılalı 5 sene olmamış gibi, sanki bu çocuk babası tarafından okul servisinden kaçırılıp başka şehre yerleştirilmemiş gibi, sanki velayet kanunen annenin değilmiş gibi, sanki velayeti babada da ben velayeti bana verin diyormuşum gibi, şu andaki yaşadığı ortam ve sosyal çevresi değerlendirilmek üzere Erdek Aile Mahkemesi'ne talimat gönderildi...
Bu arada, avukatımın bir komplo teorisi var; Mamut'un derin devlet için çalıştığından şüpheleniyor. Gerçekten de öyle düşününce, bir sürü ipucu buluyor insan... Polis, savcı ve benzeri adamlarla kurduğu diyalog, adamların onunla konuştuktan sonra bir anda tavır değiştirmeleri, Shrek'in evine profesyonel işi, kilidi kıl matkapla delecek birini sokup bilgisayarını çaldırması, ilk 1-2 sene benim kapımda bekleyecek, giriş-çıkışımı raporlayacak, adres değiştirdiğimde yeni evimi bulmak üzere iş çıkışı peşime takılacak farklı farklı adamlar bulabilmesi, en en başta bana uyguladığı korkutma taktikleri (arabayla geceyarısı son hız dağ başına götürüp burada anlaşıp döneceğiz demesi vs)... O şizofrenik yapı da başka bir ipucu olabilir. Böyle tipleri seçmezler mi, kışkırtıldığında gözü kararan... Belki de davaların bu kadar uzun sürmesi, ceza davalarından kolayca beraat etmesi, velayet kararının Yargıtaydan bozulup dönmesi... Eğer gerçekten durum böyleyse, işlerin çözümü hukukla filan değil, olsa olsa zamanla olur zaten.
Bir diğer olasılık da, polis-savcı tarafının erkek duygularına, kendine 'derin' bir süs vererek, maddi destekle hitap etmesi tabii...Para kaynaklarına bakacak olsak, özel ve devlet kurumlarının ihalelerine girer taahhüt işi yapardı ama son duyduğuma göre babasını kandırıp onun dairesini ipotek ettirerek kredi kullanmış, o yiyor, babası ödüyormuş.
Bilemiyorum...
* * *
Eski, kırık, bozuk, fazla olanı, iyi gelmeyeni hayatımızdan çıkarma, iyi geleni içeri alma operasyonu sürüyor:
Motoru bozuk eski akvaryum da kapının dışını boyladı.
Balkondaki askılı saksılara sardunya diktim.
Mutfak perdesinin ucuna boncuklu şerit diktim. (cinaslı kafiye oldu:))
Eşik ısmarladım; kapının hemen dışına silikonla yapıştıracağım.
* * *
Eskileri atmak derken, iyi gelmeyenleri kastediyorum tabii. Bir de iyi gelenler, özlenenler, gülümsetenler var.
Shrek gerçek bir HiFi, daha doğrusu High-End meraklısıdır. Artık benim de kulağım alıştı, seçer oldum. Bir kablo değişikliğinin bile sesi ne kadar değiştirebildiğini duyduktan sonra hele... Cihazları alır, dener, beğenmezse satar, belki biraz zarar eder ama karşısında oturup huşu içinde müzik dinlemeye değer.
En son numarası 2.el bir pikap almaktı. Hemen ben gidip annemin evinden, o da gidip kendi annesinin evinden eski plaklarını getirdi. O günden beri eski plaklarımızı teker teker dinliyoruz.

10.5.09

Saç meselesi... / Duruşma

İtiraf etmeliyim ki -hoş belli oluyordur ya zaten- ben artık seyirlerde ve okumalarda, eski bene kıyasla, kolayına kaçıyorum, ama -yazarını tanımak gibi- bir bahaneyle karşıma çıkınca, gençlik esintisi gibi hoşuma gidiyor. Bunları bana düşündüren ise İshak Reyna'nın Ha Hayat Ha Edebiyat adlı denemeleri. Geçen haftasonu Bandırma-Yenikapı seferimizi yaparken Nemo bana feribotta fantastik kurgu cinsi bir roman aldırıp yol boyu onu okudu; ben de bu bahsettiğim kitaba rastladım. Anlatımı, bakış açısı o kadar yakın geldi ki, sanki ben yazar olsam, gençlik yıllarından sonra okumayı bu kadar azaltmasam bu kitabı ben yazmış olabilirdim gibi geldi. Nasıl oldu da İdo'nun raflarına girdi acaba? Tuhaf...
Ama Nemo Pazar günü Erdek'e dönerken kitabını geldiğinde okumak üzere evde bıraktı. Her seferinde, babası beni hatırlatacak bir çöp dahi istemiyor diye Cuma üstünde gelen giysileriyle dönüyor. Cumartesi çocuklarla açık havada -şemsiye altında- yemek yedik, çayırda dolaşınca ayakkabıları sırılsıklam oldu; kurumazsa diye yeni bir ayakkabı aldık ama onunla gitmek istemedi; neyse ki eskileri ertesi güne kurumuştu.
Bir önceki gelişinde saçlarını kestirdim diye de çok kızmış babası... (Tamam, ben kısa ama havalı bir saç dedim, berber yandaki gibi kesti, ama biraz uzayınca düzelir, hem de artık kahkülleri gözlerine giriyordu) Saçlar kimin kontrolündeyse güç onda diye görüyor herhalde, Samson misali. Nitekim bu Pazar bırakırken gördük ne kadar kızdığını, "sen bu çocuğun saçlarını nasıl kestirirsin?!" diye üstüme saldırdı; annem araya girdi; ben kendimi dizüstü yerde buldum; birkaç küfür, yumruk yaptığımda acıyan bir el ve biraz kalp çarpıntısıyla geçişti neyse ki...
Pazar günü, yaz tarifesindeki feribot saati uymadığı için deniz otobüsü ile gitmiştik; Bandırma'ya varışımızla dönüş deniz otobüsü arasında sadece 35 dakika kaldığı için, taksi şöförü zaman kazanmak amacıyla bizimle kapıya gelmek yerine arabayı döndüreyim demişti. Bizimle gelmiş olsa zaten böyle bir sahne yaşanmazdı. Deniz otobüsünü kaçırmamak için karakola da gitmedim. Yara, bere filan yok; zaten annemden başka şahit de yok... Ama 'hayat ne hallere düşürüyor insanı' ile 'ben bu durumu hayatıma niye çağırdım' karışımı bir düşünce bulutu var... Şimdi yeni moda dinler bunu aşılıyor ya insana, başına ne geliyorsa bunu deneyimlemek için sen çağırdın vs... Nemo da ara sıra, tabii çok farklı durumlarda, "neden ben, neden hep ben... ben çok şanssızım" der. Elbet o da biraz büyüyünce kötüyü çağırmama, olumlu düşünme gibi kavramlarla tanışacak...
Dönüşte o heyecanın üstüne biraz kitabımdan okudum, hatta uyudum. Nemo 2.30'dan önce yatmayıp sabah erkenden uyanıyor, 8'e kadar bekleyip sonra beni de uyandırıyor da...

Sonra Perşembe oldu; duruşmaya gittim. Duruşma salonunun kapısı önünde avukatımla buluştuktan birkaç dakika sonra "o" da geldi. Bizim sıramız gelip çağırılana kadar, birkaç metre uzağımızda durup avukatıyla konuştu. Üzgünüm, birkaç yıl önce yaptığım (öncelikle kendimi, sonra onu) affetme meditasyonları tamamen etkisini yitirmiş durumda.

Hakim, bizim celse arasında istediğimiz tedbir kararını verdi. 15 Haziran'dan 31 Temmuz'a kadar Nemo benimle. Sonra da onların istediği, Nemo'nun pedagog görüşmesinin Erdek'te yapılması yönünde karar verdi; sadece Nemo'yla görüşmekle kalmayıp yaşadığı ortamın ve sosyal çevresinin de raporlanmasını istedi. Benim avukat "o zaman anne yanındaki ortamı da değerlendirilsin" dedi. Hakim "merak etmeyin, onun için burada kaynaklarımız var, onu da yaparız" dedi.

Oradaki ortamı hakkında olumsuz bir şey yazılmayacak tabii. Zaten olay o değil! Nemo'nun söylediklerini yorumlayacak olan her kimse etki altına almaya çalışacaklar; küçücük yer...

Geçen Pazar gününden beri hayat beni zorluyor. İşe gidip geliyorum ama başka bir boyuttayım sanki.

Boşluğa düşmemek için bir şeye tutunur, kafasını takar ya insan; bir gün bizim eve de bir sosyal hizmetler memurunun gelip değerlendirecek olması ihtimaline tutunup evi nasıl daha güzel hale getiririm fikrine taktım aklımı.

Kitaplığı yatak odasının diğer duvarına alıp büyütsem mi, yoksa salonun bir duvarına boydan boya kitaplık mı yaptırsam?

Salona yeni bir kanape ve halı alıp diğer kanapeyle iki koltuğun yüzlerini değiştirmem lazım; acaba hangi renklere gitsem?

Bu sorulara cevap ararken feng shui kitabımı ortaya çıkardım; şemalar çizdim; hangi element nereye düşüyor vs derken baktım önce ortalığı toplamak lazım, kapının dibinde yine bir verilecek/atılacak yığını oluşturdum. Eski yelken kıyafetlerim artık en sonunda o gruba girdi. Hayatımın Mammut'la geçen kayıp yıllarında alınmış eşyaların kalanları da aynı yığında yerini aldı. O yıllarda benim tek başıma iş seyahatine gittiğim bir yerden getirdiğim ıvır zıvıra bile tahammülüm kalmamış. Nemo'nun bir kez bile giyilmeden küçülmüş kıyafetleriyle de vedalaştım. Ne yapalım, o yıllarını benimle geçiremedi işte. Küçülmüş giysileri saklayıp büyüdüğünde ona "bak, ben sana bunları aldıydım" mı diyeceğim? Geçmişte yaşayan gözü yaşlı anne modeli ne de içini açar ya çocuğun!

6.5.09

Kanallar Şehrinde 23 Nisan

Bir süredir "ömür geçiyor, gezmek lazım" deyip duruyoruz Shrek'le. 23 Nisan'a birkaç hafta kala, 4 günlüğüne bir yere kaçalım fikri iyice olgunlaştı. Kapadokya soğuk olur, yol uzun sürüyor dedik. Bir de bakmışız, Amsterdam turuna yazılmışız. Şehrin biraz dışında, nehir kenarında, hoş bir otel olan Tulip Inn Riverside'ı seçince adam başı 299 Euro + alan vergileri tuttu.


Kaldığımız otelin arka bahçesinden nehre bakış

Bizim rezervasyon yapmamızın ardından Shrek arkadaşımız bir çifte daha haber verdi; ertesi gün onlar da yer ayırttılar. Ben çok fazla tanımıyorum ama neşeli, içi dışı bir insanlar; ilk gördüğümde kanım kaynamıştı zaten. Hoş ben Shrek'in bütün arkadaşlarını severim zaten...

Bundan sonrası bol fotoğraf, az laf (üstünden zaman geçince böyle oluyor işte...)



Amsterdam deyince insanın aklına laleler geliyor, ama çiçek pazarında binbir çeşit tohum ve bitki vardı. Oğlanlara iki minik sinekyiyen aldık.


Havadan yana çok şanslıydık; 4 günün üçü güneşli, pırıl pırıldı. Hele Amsterdam'ın az kuzeyindeki eskinin balıkçı - şimdinin turistik kasabaları Volendam ve Marken'e gittiğimiz gün hava bulutlu olsa herhalde donardık; Volendam'da marketten peynir-ekmek-süt alıp dalgakıranın üstünde kahvaltı edemezdik; Marken'de açıkhavada oturup bira içip kippeling (bir tür kızarmış balık) yiyemezdik.

Son gün Amsterdam bize yağmurlu bir günle güle güle dedi. Yine de akşamüstüne kadar yağmur altında sokak sokak dolaştık. Tren istasyonundan biraz ilerdeki Nemo Bilim Müzesi'ne gittik. Çocuklar için çok eğlenceli bir öğrenme şekli/yeri... Hemen önünde eski bir yük gemisinin replikası vardı. Hatta eski zaman gemicilerinin top ateşlemesini canlandırdılar. Aylarca deniz üstünde yolculuk yapan gemicilerin çalıştığı, uyuduğu yerlerde dolaştık.


Yediklerimizden yana da şanslıydık. Sadece bir akşam gittiğimiz Arjantin et lokantası pek matah değildi; onun dışındakiler hep çok lezzetliydi. Otelde sabah kahvaltısı pakete dahil olmadığı için nir sabah mendirekte piknik, diğer iki sabah da istasyon çevresindeki turistik yerlerde kahvaltı yaptık. English breakfast zaten severiz. Ayrıca gittiği her yerde kendi ülkesinin mutfağını özleyenlerden, illa kahvaltıda beyaz peynir-zeytin-domates arayanlardan ya da canı kebap çekenlerden değiliz; orada ne bulunuyorsa onu yeriz. Bir akşam orada çok sık rastlanan Endonezya restoranlarından birine gidip "pirinç sofrası" aldık. Bir kase pilav ve küçük küçük, çeşit çeşit tadımlık et ve sebze çeşitleriyle masayı donatıyorlar. Bazıları gerçekten çok lezzetliydi, ama ne olduklarını not almadığım için bir dahaki sefere doğrudan sadece onu ısmarlama şansım yok. Zaten bir daha ne zaman kısmet olur ki...




Oraya kadar gitmişken turistik bir "coffeeshop" ziyareti, bir sex müzesi ziyareti, Red Light District'te bir tur da yaptık, ama Amsterdam'dan aklımızda/ruhumuzda kalan iz bunlarla alakasız ve çok daha hoş anlarla, görüntülerle dolu.

Geçen haftasonunu daha sonra, başka bir yazıda anlatırım; mesela yarınki duruşmayla birlikte. Şimdi kötü şeyleri unutup gezi havasına döndüm ne güzel...