26.3.06

Taze Makarna Kursu

Böyle keyifli bir günü anlatmadan geçemem. Evet, Bloglar Elele çekilişinden kazandığım Burcu'dan Taze Makarna Kursu'ndan bahsediyorum. Sözleştiğimiz gibi Cumartesi gerçekleştirdiğimiz buluşmanın makarna yapımıyla ilgili kısmını yazmalıyım ki unutmayayım, ama tahmin edersiniz ki makarna bahane, sohbet şahane:)
Gün aslında Shrek'in "sen deli misin, hiç internetten tanıştığın birinin evine gidilir mi, ben seni dışarıda buluşacaksın zannetmiştim" nidaları arasında başladı (işte beni bu kadar dinliyor), ama Gelincik Tarlası'nı, Burcu'nun aile fotoğraflarını, yaptığı yemekleri gösterince biraz sakinleşti. Neyse, ben zaten onları tanıyorum derken doğru söylüyordum, en azından ayrılırken yıllardır tanıyormuş gibiydim. Ben en iyisi daha çok uzatmadan makarna yapımına geçeyim...
Öncelikle levrek filetolar küçük doğranarak ayıklanmış karideslerle birlikte biraz karabiber ekilmiş beyaz şarapta bekletilir. O arada Burcu'nun hazırladığı nefis kakaolu cheesecake'den koca bir dilim yenir, çay keyfine sohbet eşlik eder. Sonra makarna hamuru yapmaya girişilir. İki kap un, dört yumurta ile yoğrulur, sert bir hamur hazırlanır. Yumurtaların iriliğine göre un eklemek gerekebilir (gerekti). Hamur streç filme sarılarak dinlenmeye bırakılır ve biraz daha sohbet edilir. Sonra hamur, makarna makinasının içinden, sırasıyla ayarı 1'den 7'ye alınarak 7 kez geçirilir (Çok büyüyeceği için birkaç parçaya bölmek lazım) . Makinanın kesme için de iki ayarı var, biri kalın, diğer ince. Biz kalın bölümünden geçirdik, uzun eriştelerimiz oldu. Sonra da erişteleri una bulayarak oynayıp, havalandırıp yapışmış olanları ayırılır. Birazdan kaynar tuzlu suya atılıp pişirilicekler. Diğer yanda bekletilen bir parça hamur ravioli yapılmak üzere demin anlattığım yöntemle açılıp ikiye bölünür. Biz üzerine aralıklı öbekler halinde lor peyniri koyduk. Öbeklerin araları, ıslatılan küçük bir fırçayla süpürüldükten sonra üzeri diğer parça hamurla kapatılır ve bastırılarak öbeklerin aralarının kapanması sağlanır. Çay bardağıyla kesildiğinde yuvarlak raviolilerimiz hazır. Onlar kaynar suda pişerken bir yandan da içine adaçayı atılmış krema kaynatılarak harika kokulu bir sos hazırlanır ve pişen ravioliler bu sosun içinde sunulur (yerken adaçaylarını bırakıyorsunuz ama kremaya verdikleri lezzet bir harika).
Şaraba yatırdığımız karides ve balıklar ise az zeytinyağında kavrulup tuz ve karabiber ilavesiyle pişirilir, altı kapatılır, kaynar suda haşlanan uzun makarnalar deniz mahsullü sosun içine alınır ve karıştırılır. Ve afiyetle yenir:)
Teşekkürler Burcu:))

24.3.06

Neyse, yine boyatırsın...

Yaşadığım yeri ve durumu değiştiremeyebilirim, ama saç rengimi değiştirebilirim:))
Dün akşam Şubat 2006 da tarih oldu, ama tarih tekerrürden ibaret. Bir de 12 kilo verirsem birkaç kırışık ilavesiyle üç yıl önceki görüntüme dönerim. Bu şaka tabii...
Ben böyle saçımın rengini bir açıp bir koyultur, bir sarı bir kızıl yaparken en komiği annemin verdiği tepkiydi. 2004'te iyice koyuya döndüğümde annem şöyle bir baktı, "aa" diye bir şaşkınlık nidasından sonra "neyse, yine boyatırsın" dedi:)) E ben sarışın doğup sonradan koyulanlardan olduğum için yadırgıyor kadın tabii.

20.3.06

Strasbourg Hakkında Çok Kişisel


Pazar günü döndüm. Strasbourg gibi çoğu kimsenin Fransa'da mı, yoksa Almanya'da mı olduğunu bile bilmediği bu güzel şehre THY'nin haftada üç gün uçuşu var; Salı, Perşembe, Pazar. Ben geçen Pazar gidip bu Pazar döndüm. Kendimi çok turist gibi de hissetmiyordum, çünkü ben aslında ablamı ziyarete gittim. İki sene önce, sınavı kazanırsa bedavaya Strasbourg'u görmüş olur diye yaptığı iş başvurusu kabul edilince (biraz da benim cesaretlendirmemle) oraya yerleşmişti. Evdeki hesap kızının yatay geçişle oradaki bir üniversiteye gitmesi, kocasının emekli olup Fransa'da kitap yazmasıydı ama çarşıya uymadı; Mart sonunda geri dönüyor. Şipşirin evini görünce "sen dön, ben burada kalayım" dedim ama nafile. Tabii kocasını özlemesine diyecek bir şeyim yok ama ben orada yaşamaya özendim doğrusu. Halbuki ben dilini bilmediğim yerlere fazla özenmem...


Starsbourg Fransa'nın güneydoğu köşesindeki Alsace (Alzas) bölgesinde, Almanya-İsviçre sınırında, yaklaşık 250,000 nüfuslu bir şehir. Simgesi leylek. Ortaçağdan sonra kah Fransa'nın, kah Almanya'nın sınırları içinde kalmış. Sokaktaki insanın ikinci dili Almanca. Tüm Orta Avrupa şehirleri gibi içinden nehir geçiyor; ama onlardan da öte, ortasında bir ada oluşturmuş. Dik çatılar, eski taş binalar, nehir boyu, sakin sokaklar, tırtıl gibi sakin, kıvrılarak köşelerden dönen tarmvay, nehirde yüzen kuğular ilk aklıma gelenler. Tabii Avrupa Konseyi, Avrupa Parlamentosu ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bu küçücük şehre kozmopolit bir eda da vermiş.
Fransızlar eski şeyleri seviyorlar; yeni şeylere bile eski görüntüsü veriyorlar, duvarlar patine, mobilyalar eskitme cilalı, eski zamanlardan objeler her köşede, bit pazarına hakikaten nur yağmış.

En ünlü, en özel yemekleri benim zevkime pek uyan, ama eniştem tarzlı erkeklerin "bu da yemek mi?" diyeceği türden şeyler; krep, tart flambe ve tartin (okundukları gibi yazdım, Fransızcacılar kusuruma bakmasın). Krep bizim bildiğimizden daha ince, sert ve büyük, tuzlu olanları esmer bir unla yapıldığı için de çook lezzetliydi. Tart flambe de açık gözlemeye benziyor, biraz daha büyük ve ince, üstünde peynir, mantar, jambon gibi şeyler oluyor. Tatlı versiyonları içinden elmalısını yedim. Belki çok özel bir tat değil ama ben sevdim. Tartin ise ince büyük bir kızarmış kara ekmek dilimi üstünde çeşitli malzemeler diye tarif edilebilir. İnce sürülmüş keçi peyniri üstünde bal ve file badem, brie peyniri dilimleri üstünde bal ve ceviz, domates dilimleri üstünde tuzlu hamsi gibi seçenekleri var. Yalnızken yemek pişirmek yerine sandviçle yaşayan benim gibiler için cennet gibi, ama belli ki Fransızlar benden çok daha az miktarda yiyor, çünkü hepsi gayet zayıf. Bir de birkaç yerde rastladığım büyük masa çevresine oturulması fikri çok hoşuma gitti. Büyük ahşap bir masa ve iki yanında iki bank düşünün; insanlar gelip bir kenarından başlayarak masanın çevresine oturuyorlar, gruplar birbirini tanımıyor elbette. Hatta ablamın oturduğu sokaktaki bir yerde (adı da Kırmızı Kantin) başka masa da yok, ortada bir büyük masa, hepsi o. Önünden geçerken tek bir grup kapatmış, masanın çevresinde oturuyorlar diye düşünüyor insan, ama meğer demin anlattığım gibiymiş. Çok sevimli...
Şehir içindeki küçük dükkanlar da çok sevimli. Çoğunluğu aile işletmesi, belli bir gelir düzeyinin altında vergi avantajları var, dükkan sahibi kendi çalışıyor, çünkü birini işe almak pahalı geliyor. Böyle olunca da dükkanları sürekli açık bulamıyorsunuz, kapısında asılı tabelalarda gün gün hangi saatler arasında açık olduklarını yazıyorlar. Ekmek yapımına çok değer veriliyor, hatta bazıları için "sanatçı fırın" anlamında "artisan boulangerie" deniyor. Sokak arasındaki küçük pastaneler taptaze günlük küçük pastalar çıkarıyor, onları satınca da kapatıp gidiyor. Fotoğraftaki onlardan biri...

Bir seferinde de İngiliz tarzı bir cafeye gittik. İçerde herşey öyle İngiliz ki... Pembe güller, pembe güllü porselenler ve gül kokusu karşıladı bizi. Seçtiğiniz çay çeşidine göre farklı bir çay fincanı ve demliği ile servis yapıyorlar.
Cafelerde, brasserie'lerde fotoğraf çekince ablam Japon turistlere benzediğimizi düşünerek biraz sıkılıyor. O yüzden yediğim ve beğendiğim herşeyin fotoğrafı yok, ama fikir vermesi için birşeyler çektim yine de. Hem unutmamak için, hem göstermek için...

Sonuç : Ben alıp başımı gitmek, insanların saygılı, sabırlı ve kibar olduğu bir yerde yaşamak, işe bisikletle gidip gelmek istiyorum. Düzen ve huzuru da sıkıcı bulmuyorum.

11.3.06

Kaymaklı Un Helvası

Osmanlı Mutfağı etkinliği sırasında ben Strasbourg'da olacağım. Bilgisayarımı götürmüyorum, oralarda internet cafe bulsam bile fotoğraf yükleme şansım olmaz herhalde. Ben de gitmeden etkinlik için yaptığım Kaymaklı Un Helvası'nı yazayım dedim.

Tarifi de, Vedat Başaran'ın yazısını da Skylife Şubat 2006 sayısından aldım. İzin almadım ama kaynak gösterdiğime göre herhalde kızmaz...

Anadolu toplumsal hayatı içinde, her zaman çok önemli bir yeri olmuştur helvanın. Kimi zaman sevinçlerin ortağıdır, kimi zaman da üzüntülerin... Doğumda, ölümde, gurbete gidişte veya dönüşte, sünnet töreninde, hastanın iyileşmesinde pişirilip dağıtılır eşe dosta. Damakları tatlandıran bir lezzet olmaktan öte, aslında sosyolojik bir olgudur helva. Bir yiyecekten fazlasını ifade eder. Hayattır bazen, barış, mutluluk, bazen de ölüm...

Arapça'da 'tatlı' anlamına gelen helva, genel olarak tatlıları ifade eden 'hulviyyat' sözcüğünden türemiştir. Bu nedenle Arap mutfak kültüründeki helva ile Osmanlı'daki helva arasında şöyle bir fark vardır. Araplar helvayı tatlıların ana başlığı olarak kullanırlar. Oysa Türkler un, pekmez (bal, şeker) ve sade yağ karışımı ile hazırladıkları tatlı çeşitlemelerini helva başlığı altında toplamışlardır. Türk helva geleneğinde un yerine, irmik ve nişasta da kullanılır. Burada bir parantez açalım. Helva, şeker yaygınlaşmadan önce pekmez ya da balla yapılıyordu. Balın kalitesi ne kadar yüksekse, helva da o kadar lezzetli olurdu.

Şimdi gelelim helva yapımının püf noktalarına...

diye devam ediyor yazı.

Sonrasında da Helvay-i Sabuni, Portakallı İrmik Helvası, Kaymaklı Un Helvası, Pekmezli Kara Helva ve Helvay-i Hakani tarifleri yer alıyor. Benim vereceğim tarif Kaymaklı Un Helvası. Diğerlerini de denersem tariflerini daha sonra veririm.

Kaymaklı Un Helvası

Malzemesi :

  • 200 g kaymak
  • 1 bardak un
  • 2 bardak şeker (tarifte 3 diyor ama bence yeterli)
  • 3 bardak su (tarifte süt de olabilir diyor)
  • 1 bardak iri dövülmüş ceviz (tarifte yok, ben ekledim)

Yapılışı :

Tencerede kaymak eritilip un eklenir, kısık ateşte 35-40 dk kavurulur. (Cevizlerim zaten kavrulmuş olduğu için ben sonuna doğru kattım) Şekerle su ayrı bir kapta kaynatılır, sonra kavrulan ena eklenip karıştırılır. Kısık ateşte kapağı kapalı şekilde dinlendirilir. Tarif buraya kadardı. Sonrasında servis kabına alarak üstünü düzelttim, dilimleyerek yarım cevizlerle süsledim (Üzerine tarçın da serpilebilir).

Gitti bizim diyet:)

8.3.06

Benim Kitaplarım

Burcu harika bir pas verdi bana, en sevdiğim 10 kitabı sordu:)
Malum evimden, kitaplığımdan uzaktayım, kopya çekemiyorum. Aslında iyi de oluyor, çünkü beni en çok etkileyen, en çok iz bırakan kitaplar geliyor aklıma. İşin tuhafı tümü de 7-20 yaşları arasında okuduğum kitaplar. Gerçi çok tuhaf değil, çünkü o yıllarda tam bir kitap kurduydum, sonraları çok yavaşladım. Gelelim ilk 10'a...

Küçük Kadınlar / Louisa Alcott - Hangi değerlerin peşinde koşacağımızı ilk kahramanımız belirlemez mi sizce de? İlkokul 3. sınıfı bitirdiğim yaz tatile giderken ders kitaplarımı çalışayım diye annem yanıma sadece tek bir roman almama izin vermişti, ben de Küçük Kadınlar'ı tam 7 kez okuduydum.

2 Senelik Mektep Tatili / Jules Verne - Mecbur kalarak bile olsa, sınırlı bir süreliğine, sonra geri dönmek üzere, bambaşka bir hayatın hayalini o zamanlardan kurmaya başlamıştım. Başka diyarlara yerleşecek, yeni işlere atılacak cesareti bulamayacağım belliymiş.

Bir Genç Kızın Anıları / Simone de Beauvoir - Feminist ruhumun temelleri ortaya çıkıyor... İnsanın 9 yaş büyük ablası olunca onun kitaplarını okuya okuya böyle erken büyüyor işte.

Step Kurdu / Hermann Hesse - Yalnız ve güçlü kahramanlara merakım ortaya çıktı.

Homo Faber / Max Frisch - Ders niyetine okuyup sınıfta didik didik incelediğimiz kitaplardan biri daha. Ama yüzeydeki hikayenin altına bakmak, derinlerine inmek de ancak böyle öğreniliyor.

Yalnızlık Paylaşılmaz / ÖzdemirAsaf - Nazım Hikmet, Orhan Veli, Cahit Sıtkı Tarancı ve Ataol Behramoğlu alınmaz herhalde...

Her Gece Bodrum / Selim İleri - Ve izleyen tüm romanları aslında...

Tutunamayanlar / Oğuz Atay - Yok yok, belliymiş benim mutlu bir aile kuramayacağım.

Bir Deli Ağaç / Pınar Kür - İşte, bir örnek daha...

Körleşme / Elias Canetti - Düşünce körlüğü ve farklı bir gerçeklik üzerine düşündüren bir anti-kahraman daha...

Fark ettim de bende iz bırakan tüm kitaplar yalnızlık kokuyor.

Hadi, özel davet, ebeleme beklemeyin, bu satırları okuyan herkes anlatsın en sevdiği, en etkilendiği 10 kitabını. Hadi İncir Çekirdeği, hadi Gün, siz de yazın:)

Telefon

İnanılmaz bir şey oldu, az önce kendisi beni telefonla aradı!
"Gerçekleri yansıtmıyor sözünüzü kabul etmiyorum. Hukuk annenin hakkını korur, babanın ihmali veya çocuğun ruh sağlığını tehlikeye atacak davranışları varsa kişisel ilişkiden men edilmesini isteyebilirsiniz" dedi, hatta bana ilgili kanun maddesini okudu.
"Kanun bu hakkı veriyor, ama uygulama çok farklı. Hukukun gecikmesi uygulanamamasına neden oluyor" dedim ama dinletemedim.
Bana "Bir anne olarak hassasiyetinizi anlıyorum. Hakkınızı arayın kardeşim" dedi ve görüşmeyi bitirdi. Burada özetlediğim kadar kısa sürmedi ama be çerçevede birkaç dakika konuştu benimle.
Hiç olmazsa kendisine ulaştığını ve okuduğunu görmüş oldum. Vakit ayırıp beni aramasına da hukuk sistemimiz adına çok sevindim aslında. Bir e-posta daha yazıp aradığı için teşekkür etmeyi, çok daha kısa bir şekilde ne demeye çalıştığımı ifade etmeyi düşünüyorum. Ama şu anda çok şaşkın halde olduğum için buraya yazıp biraz kafamı toplayayım dedim.

7.3.06

Dörtleme Sırası Bana Geldi

Aman ne bereketli günmüş bu böyle, üçüncü yazımı yazıyorum. Gün ebelediği 4 blogger arasında beni de sayınca 4'lü tercihlerini anlatma sırası bana da geldi.

Yaptığım 4 İş :

  • Fizik öğretmenliği (Lisedeyken Orta3'teki bir öğrenciye özel ders vermiştim.)
  • Rehberlik (İstanbul Festivali'ne gelen sanatçıların rehberliğini yapmıştım. Daha çok grubun havaalanı-otel-gösterilerini yapacakları yer transferlerinden ibaretti ama olsun.)
  • Bilgisayar programcılığı (Üniversitedeyken arkadaşlarla şirket bile kurmuştuk.)
  • Genel koordinatör asistanı (üniversiteyi bitirir bitirmez girdiğim ilk iş)

Yaşadığım 4 Yer :

  • İskenderun (hayatımın ilk 10 günü)
  • Yenilevent (sonraki 23 yılı)
  • Kozyatağı (daha sonraki 6 yılı)
  • Levent (1998-2003 arası)

Defalarca ("İzleyebileceklerim"i 4'le sınırlamam çok zor olduğu için) İzlediğim 4 Film :

  • Pulp Fiction (2 kez sinemada, birkaç kez TV'da seyrettim herhalde)
  • All That Jazz (TV'dan kaydedilmiş bir VHS kasedim vardı önce, sonra DVD'sini aldım)
  • A Man for All Seasons (TV'de en az beş kez izlemişimdir herhalde)
  • Oğlumla seyrettiğim çocuk filmleri (Finding Nemo, Lilo ve Stiç, Canavarlar Şirketi, Define Gezegeni ve ezberlediğim diğer çocuk filmleri)

İzlediğim 4 TV Programı :
  • Gillmore Girls (Cnbc-e'deki favori dizim, ama sezon sonu diye ara verdiler, merakla bekliyorum)
  • Desperate Housewives (Cnbc-e No.2)
  • Six Feet Under (Cnbc-e No.3)
  • Room Rivals (BBC World'de bir dekorasyon programı, haftasonu sabahları rastlıyorum)

Tatil İçin Gittiğim (ve en sevdiğim) 4 Yer :
  • Güvercinlik-Bodrum (Nemo'ya hamileyken annemin yazlık evinde, deniz kenarında, bir şemsiyenin altında, elimde bir kitap, bütün gün biraz okuyup biraz uyuyarak şezlongun üzerinde geçen tatili hatırlıyorum da..)
  • Dayımın Antalya'daki yayla evi (2003 yazında Nemo, annem ve yeğenimle gittiğimizde zamanı durdurabilseydim keşke)
  • Alonissos (Kuzey Ege'de küçük sakin bir Yunan adasında 15 gün geçirmiştim)
  • Innsbruck (kayak maceramı zaten biliyorsunuz)

En Sevdiğim 4 Yiyecek (ay bu çok zor işte, nasıl seçeyim...) :

  • incir (en sevdiğim meyvadır, hiç dayanamam)
  • karışık tahıllı ev yapımı ekmek (hele bir de zeytinli veya kurutulmuş domatesli olursa:)
  • eniştemin salataları (hem çok lezzetli hem süslü, harika salatalar yapar benim eniştem)
  • kek/kurabiye/meyvalı tart/cheesecake grubunun tamamı (niye bu kadar kilo aldığıma şaşmamalı)
ve daha niceleri (bitter çikolata, kestane şekeri, kabak tatlısı, kaymaklı dondurma, Sayla'nın mantısı, közlenmiş patlıcan, zeytinyağlı enginar, midyeli pilav, tatlı ekşi soslu tavuk...).Sevmediklerimi saysam daha kolay olurdu:) Onu da ben ekleyeyim bari...
Sevmediğim 4 Yiyecek :
  • Sakatat (Arnavut Ciğeri hariç)
  • Tereyağ (içine tereyağ sürülmüş sandviçi bile yiyemiyorum)
  • ne yazık ki sade yoğurt (yemek üstünde, meyvalı, pekmezli ve ayran halindeyken seviyorum oysa ki)
  • ve ne yazık ki sade süt (muzlu veya nesquickli içebiliyorum sadece, sütlü tatlılara bayılırım ama sütlü kahve de içemem)

Hemen Şimdi Olmak İstediğim 4 Yer :
  • Evimde Nemo ile birlikte
  • Evimde Nemo ile birlikte
  • Evimde Nemo ile birlikte
  • Evimde Nemo ile birlikte

Benden bu kadar...
Bu satırları okuyan, henüz ebelenmemiş ve paylaşmaya hazır kim varsa ben de onları anlatmaya davet ediyorum.

Hukuk Neye İzin Verir

Bu sabah bu yazıyı yazacaktım ama Bloglar Elele şanslısı olmanın heyecanı araya girdi:) Hayat ne tuhaf...

Yargıtay 2.Hukuk Dairesi Başkanı Sn. Ali İhsan Özuğur, Kayseri'de düzenlenen Aile Hukuku konulu konferansta "Aliye dizisi toplumu yanlış yönlendiriyor. İsterse erkeğin, çocuklarını annelerinden ayırabileceği şeklinde yanlış imaj uyandırıyor. Hukuk buna izin vermez" demiş.
Tesadüfen Star Gazetesi'nin ilk sayfasında manşetten verilmiş bu haberi okuyunca dayanamadım, iletisim@yargitay.gov.tr adresine bir mail göndererek hikayemi aynen alttaki gibi anlattim:

Sayın Özuğur,
üzülerek dikkatinizi çekmek isterim ki açıklamanız gerçekleri yansıtmıyor. Kanunların içeriği ile yargının oluşması ve uygulanması arasında çok büyük farklar var.
Ben bir anneyim. 1999 doğumlu oğlum evlilik dışı doğmus olup Medeni Kanun 337.Madde uyarınca velayeti tarafıma aittir.
2003 yılında babasından ayrılmak istediğimi söylediğim andan itibaren hayatım cehenneme döndü. Babası kendisinden ayrılmamam için tehdit edip tartakladığı zaman aile mahkemesine baş vurdum, 2003 Temmuz ayında 3 ay süreyle uzaklaştırma tedbir kararı verildi, ancak bir türlü kendisine tebliğ edilemedi.
2003 Ağustos ayında evime ağır hasar verdikten sonra oğlumu alıp kayıplara karıştığında hukuka baş vurdum. Çocuğumu kaçırdığı sırada tedbir kararı henüz tebliğ edilmediği için suçsuz bulundu. Olaydan iki ay sonra tebligat yapılmasına rağmen çocuğu geri getirmemiş olması dikkate alınmadı. Nas-ı izrar davası hala sürmekte.
Olaydan üç ay sonra, 2003 Kasım ayında kendi imkanlarımla yeni adresini ve çocuğumu gündüzleri bıraktığı yuvanın adresini buldum. Avukatımla birlikte yuvaya gittiğimizde, beni yüzümü tekmeleyerek dövüp çocuğu yeniden kaçırdı, ancak aynı gün içinde yakalandı. Darp nedeniyle açılan ceza davası hala sürmekte.
Yeniden kaçırır korkusuyla görüşmesine izin vermediğim için oğluyla kişisel ilişki tesisi icin mahkemeye başvurdu, ancak ilk duruşmadan sonra hukuğun koyacağı kuralın işine gelmeyeceğini söyleyerek davayı geri çekti.
2004 Mayıs ayında oğlumu yeniden kaçırdı, ben yine savcılığa baş vurdum, bir ay sonra yerini buldum, polis arama izni çıkartarak eve girip oğlumu bana teslim etti. Bu kaçırma olayının davası savcı tarafından "hürriyeti tahdit" başlığıyla açıldı; duruşmalar hala sürmekte.
2004 Kasım ayında babası oğlumu bu kez, gittiği anaokulunun servisinden kaçırdı ve İstanbul dışına çıkardı. Ben yine savcılığa baş vurdum ve "küçük yaşta çocuğu velisinin onayı olmaksızın alıkoyma" suçuyla dava acıldı. Tam bir sene boyunca oğlumun yerini bile öğrenemedim.
2005 Mayıs ayında tesadüfen aldığım bir tebligatla öğrendim ki, babası Erdek'te velayet davası açmış; yanlış adres bildirerek davetiyenin elime geçmemesine ve mahkemeyi yanıltarak velayeti almaya calışmakta. Müdahalemiz üzerine kazanamayacağını anlayarak davayı daha sonra geri çekti.
Ben de bu arada, kanunen oğlumun velisi olmama ragmen, mahkeme kararı arayan savcılar ve polislere gösterebilmek amacıyla, çocuk babanın elinde zorla alıkoyulmasına rağmen, babayla kişisel ilişki tesisinin kurala bağlanması için aile mahkemesine baş vurdum. Bu dava da hala sürmekte.
2005 Ekim ayında adresini tespit etmem üzerine, savcılığa yeniden dilekçe vererek şikayetimin sürdüğünü bildirdim. Erdek Savcılığı'na sevk edilen dilekçem sayesinde polis oğlumu alıp bana teslim etti. Buna rağmen Erdek Savcılığı dilekçeme takipsizlik kararı verdi, ben de bir üst mahkemeye baş vurdum.
Mutluluğumuz 4 gün sürdü, çünkü babası yeniden kaçırıp Erdek'e götürdü. Şu anda Erdek'te babaannesiyle oturup Bandırma'da ilkokula devam etmekte; işyeri İstanbul'da olan babasıyla da haftasonlarında görüşmekte. Ben haftasonlarında Erdek'e gittiğimde önceleri babasının gözetiminde görüşebildim; daha sonra gittiğimde, benim gideceğimi bildiği için çocuğu alıp evden götürdüğü için görüşemeden döndüm; bir başka seferinde annemle birlikte tehditlere ve hakaretlere maruz kaldık. Aralık ayından beri, tehdit ve hakaret dolu telefonları göze alarak, oğlumu haftaiçi okulunda ziyaret ediyorum.
Hukuk işte bütün bunlara izin verdi. Türkiye'nin bir hukuk devleti olduğuna güvenerek beni ve oğlumu koruyabileceğini sanmıştım, ama gerçek hayat cok farklı. Kimi babam veya abim olsaydi beni koruyabileceğini söyledi, kimi zorbaliğa dayanan kanunsuz yolların işe yarayacağını söyledi, kimi medyaya başvurmamı önerdi. Benim babam veya abim yok, hukuk yolundan cıkmam, saygın bir kuruluşta üst düzey yönetici olduğum için medyaya çıkamam. Uzun da sürse hukukun çalışmasını bekliyorum, ama 7 yaşında bir çocuk son 1,5 senesini annesinden uzakta geçirdi. AİHM'de çalışan hukukçu tanıdıklar, küçük bir çocuğun hayatını etkileyen böyle bir gecikmenin kendilerine başvurmak için yeterli olduğunu, iç hukuk yollarının tükenmesini beklemeye gerek olmadığını söylüyorlar.
İlgilenip araştıracağınız, bu anneyle oğluna yardıim edeceğiniz ümidini taşımıyorum, ama Türkiye'nin çok üst düzeyde bir hukuk adamı olarak gerçekleri bilmenizi istedim. Yine de iletişim kurmak isterseniz bana ulasabilmeniz icin telefon numaramı ekliyorum.
Saygilarimla.

İşe yarayacağını ummuyorum ama tepkimi göstermek zorundaydım. Sn. Ali İhsan Özuğur'a ulaşmak için medyatik olmayan bir yol bilen varsa ve bana iletirse sevinirim.

Bloglar Elele :))

Ben kazandım:)) Ve çocuklar gibi sevindim:)
Ne mi kazandım?
Burcu'dan "ev yapımı makarna ve çikolata dersi" :))
Zinnur bildirince onlara da yazdığım gibi, kazanmak istediğim hediyeyi seçerken "ne beni en mutlu eder? hangi hediye bu çekilişin, bu blog paylaşımının ruhuna uyar?" diye düşünmüştüm. Herkesin cevabı kendi için doğru ama benim için Burcu'nun neşeli mutfağında makarna yapmayı öğrenmek...
Şansım döndü galiba:) Ya da evren Burcu'yla tanışmamı istedi:))

4.3.06

Pianom da tamir istiyor

Bir hafta geçiverdi. İlk iki gün bir eğitim için şirket dışındaydım zaten. Sonraki iki gün bir dolu toplantı, Cuma günü yabancı ortağın yeni atanan yönetim kurulu üyelerinin ziyareti ile geçti. Baktım benim bir işlerim izin vermeyecek, anneme "sen yalnız git bari" dedim, o da havalara uçtu, böyle dememi bekliyormuş. Yanına çilekler, üstü renkli şekerli kurabiyeler, bir kutu lego alıp gitti. En azından hasta olup olmadığını öğreneyim diye bir gece önce öğretmenini aradım. Nemo iyiymiş, neşesi yerindeymiş, geçen gün öğretmen bahçedeyken yanına gelmiş, "ben anneme telefon etmek istiyorum ama evden olmaz, orada kızıyorlar" demiş. "Gün içinde sizi cep telefonunuzdan arayayım, oradan onuşalım" dedim, öğretmeni çekindi. O da haklı, fazla müdahale etmek istemiyor. Okuldan arayın dedi, ama nereden bulup da telefona çağıracaklar çocuğu... Bu seferlik annemin telefonundan konuşabildik hiç olmazsa. Özel bir şey söylemek istediğinden değil, iletişimde kalmak istediğinden aramak istedi belli ki. Teneffüste bir yandan bahçede yürüyüp bir yanda bana gördüklerini anlattı, "şimdi yerde bir kalem buldum, kirliymiş, attım, şimdi sokaktan bir kamyon geçti, sağa döndü, kum havuzu göl olmuş, dün çok yağmur yağdı..." Bir ara anneme "annemle babam niye ayrıldılar?" diye sormuş. Annem de "bazen iki insan ayrı ayrı çok iyi insanlar olabilirler, ama bir aradayken anlaşamazlar" demiş.
Cuma gününün bir başka vukuatı benim bölümümdekilerden birinin istifa mektubunu göndermesiydi. Sonra oturup konuştuk, iş yükünün fazlalığı, yetiştiremediği işler yüzünden strese girmesi, bölümündeki diğer birinin onun yaptığı işi küçümser tavırlarla konuşması üstüste gelmiş ben dayanamayacağım artık diyordu. Bölümün işleri ne kadar aksayacak olursa olsun ben bir insanı mutsuz olduğu işe devam etmeye zorlayamam ki... Zaten bana da "çok iyi bir insansınız ama fazla yumuşak bir yöneticisiniz" dedi. Sonunda biraz daha kalmaya, en azından başka iş bulmadan gitmemeye ikna oldu; o arada ben de iş yoğunluğunu hafifletmek için önlemler alacağıma söz verdim. Yetişemediğiniz için sıkıldığınız işleri tamamen ortada bırakacak kadar yüklenmek yerine, biraz hafife alın, "yetiştiği kadar" deyin diye tavsiyeler verdim. "Bir durumun ne kadar kötü olduğu, sizin onu nasıl gördüğünüze göre değişir" dedim, "ama tabii ben antrenmanlıyım, o kadar kolay olmadığını biliyorum" diye de ekledim. Şimdilik sakinleşti. Hem kredi taksidi ödüyor, iş bulmadan gidip daha beter sıkıntı çekmeye değer mi?...
Akşam yemekten sonra da bir arkadaşa uğradık. Zekeriyaköy'de iki çocuğuyla oturuyor. Yıllarca kanserle mücadele etmiş. Tedavi görüp iyileştikten biraz sonra yeniden ortaya çıkıyor meret. Şimdi de beyninde görülmüş, tekrar terapiye başlamış. Evi satarak İsviçre'ye veya Yunanistan'a homeopatik tedavi görmeye gitmeyi planlıyor. Shrek her iki kliniği de bildiği için tavsiye almak üzere bizi çağırmış. "Şu gezegende biraz daha kalmak için herşeyi yaparım" diyor. Önce çaylarımızı içtik, nefis kekinden yedik, sonra onlar konuşurken ben biraz piano çaldım. Bana "çok güzel çalıyorsun, her gün biraz çal" deyince pianomun tamir edilmesi gerektiği, üstelik kendi evimde durduğu, benimse Shrek'te kaldığım bahanelerini saydım, ama aslında haklı. (Neredeyse üç sene önce, ben Mammut'un şiddetinden korkup annemin evine kaçtığımda evdeki hasardan pianom da nasibini almıştı. Mammut Nemo'yu alıp ortadan kaybolunca evime girip pianomu tuşları kırılmış, içi sulanmış, ahşap aksamı şişmiş bulduydum. 1,5 milyara tamir edildi, ama şimdi tuşları yine şişti, bazıları sıkışıp kalıyor.) Ben şu geçen sefer tamir eden kadını bir arayayım. İyi durumda olursa haftasonlarında uğrar biraz çalarım hiç olmazsa.