29.4.07

19.4.07

Anneannesiz Haftasonu

Annemin hastalığı geçen Cuma sesi kısılıp burnu akarak başladı; sonra öksürmeye başladı. Gece gündüz öksürüp beyaz balgam söküyor; ateşi 38.5'a çıkıp çıkıp iniyor; ateşi çıkarken hafif titreme geliyor. Öksürmekten gece uyuyamıyor, hiçbir şey yiyemiyor bir halde bir hafta oyalandı; hastaneye yatıracaklarını hissettiği için doktora gitmedi. Derdi bu Cuma da Nemo'yu her zamanki gibi birlikte almak; Pazar günü onu bıraktıktan sonra bir gün dinlenirmiş, sonra Salı otobüse atlayıp Bodrum'daki evine gidecekmiş, marangoza söz vermiş, parasını verip işe başlatacakmış. Dün gittiğimde evde de olsa, hastanede de olsa benimle Nemo'yu almaya gelemeyeceğini söyleyince çok bozuldu, ama ben ısrar edince bu sabah benimle doktora gelmeye razı oldu. Bir yandan da, doktorun onu görünce bırakmayacağını, hemen yatıracağını bildiği için "bütün programımı bozdunuz, sözümü tutmama engel oluyorsunuz" diye sitem etmeye başladı. Yaşlandıkça insanların çocuklaşması böyle bir şey herhalde. Yarını değil, sadece bugünü düşünmek de ortak yaklaşımları. "Bu haftasonu Nemo'yla olayım, sonrasını boşver" diyor bilinçaltı. Annecim, daha bir sürü haftasonu var önümüzde, tedavini geciktirirsen, sağlığını daha uzun süreli olarak tehlikeye atarsan daha kötü değil mi? Marangozu da arayıp söyleriz hastalandığını. Sen sağlığını kaybedersen, Bodrum'daki evin balkonu tamir olsa kime yarar?
Sonunda razı oldu da ertesi güne randevu aldık. Sabah onu alıp hastaneye götürdüm. Muayeneden sonra bırakmadılar zaten, röntgenlerini çektirdik, dosyasını çıkardık, odasına yerleşti. Doktor söylemedi ama Shrek'in dediğine göre bu atipik pnömoni imiş, yani zatürree. Bu haldeyken bütün derdi Cuma Nemo'yu almaya nasıl gideceğim. Bunlar olduğunda, hatta bu satırları yazıp taslak olarak kaydettiğimde günlerden Perşembeydi.
Şimdi Pazar gecesi. Cuma ben tek başıma yola çıkmaya hazırlanırken Mammut arayıp "bugün dersleri erken bitti, boş duruyorlar, söyleyeyim atlayıp gelsinler, sen gitme, bu akşam 6-7 gibi benim ofisten al" dedi, ben de kabul ettim. Gerçi 7'de aradığımda "şimdi yemeğe oturduk, dışarıdayız" dedi, ben kaçta geleyim diye üç kez sorunca 8'de ofisten al dedi. Ben de annem endişelenmesin diye yeğenim ve nişanlısıyla buluşmuştum, yeğenimin çalıştığı binanın altında oturmuş çay içiyorduk. Bir saat daha oyalanıp öyle gittik ofisine. Elbette orada değillerdi ama arayınca yürüyerek geldiler. Arabanın içinde Sash'ı görünce bu kim dedi, ben de yeğenimin nişanlısı dedim ama dinlemeyip arabanın yanına gitti ve kapıyı açtı, arabadan inmesini söyledi. Ben bu arada "ne yapmaya çalışıyorsun? rahat bıraksana" filan gibi şeyler söylüyordum. O arada Nemo arabaya girip oturmuştu zaten. Sash ters ters baktı ama çıktı arabadan. İki erkek dipdibe durdular bir an. Sash Mammut'tan bir kafa boyu uzun boyuyla tepeden baktı sakince. Mammut "tamam bin arabaya" dedi. Sash biraz duraksayıp sonra yavaştan geri bindi, kapıyı kapattı. Mammut "ne o, niye duraksadı bu? iyice it tipli birini bulmuş yeğenin, bunlarla mı geziyorsun artık?" gibi şeyler söyleyip ağız dalaşına sokmaya çalıştı ama cevap vermedim; iki kopya teslim tutanağının birini ona verip bindim arabaya. Sash'a it diyene bak sen...
Haftasonu oğluşla her zamanki gibi geçti. İlk akşam eve giderken "Anneannen biraz hasta, daha iyi bakılsın, daha çabuk iyileşsin diye hastanede kaldı" dedim, "ölüyor mu yani?" dedi. "Yok canım, o kadar kötü değil durumu, biraz sesi kısık, çok öksürüyor, hepsi bu, haftaya iyileşir, bir dahaki gelişinde bizimle olur" dedim. Ertesi gün "Anneanneyi hastanede ziyaret edelim mi?" dedim, "yok, bana da bulaşır belki" dedi...
Cumartesi günü önce oyuncakçıya, sonra Robinson Ailesi filmine gittik. Günün kalanı da genellikle bilgisayar oyunu oynayarak geçti; bir de evde film seyrettik. Sinemadan sonra benim başım ağrımaya başladı, ama öyle böyle değil. Başımın sol tarafı zonkluyor, gözlerimin dipleri acıyor, çene kemiklerim sızlıyor; akşamı kanapede gözlerim kapalı geçirmek zorunda kaldım. Gece yatarken sabah erkenden kalkmasın, biraz geç kalkabilelim diye benim yatağımda uyumasını önerdim, tamam dedi. Bana Salih Memecan'ın Canım Annem kitabında birkaç sayfa okudu, sonra uyuduk. Sabah uyandığımda ben yatağın bir kenarında, kolumu yastığın üstüne uzatmış, C şeklinde, Nemo ise bana sırtını dayamış, kafasını koltığumun altına sokmuş şekilde yatıyorduk. Ama bu sayede 9.30'da kalktık ki bu bir rekor. 1'de yatıp 7'de fırlıyor yoksa...
Pazar günü tekrar Robinson Ailesi'ne gitmek istedi; sonra da Parkorman'daki şişme oyuncakların olduğu oyun bölümüne gittik, iki saat de öyle geçti. Öğlenden itibaren "kaç saat kaldı?" diye sormaya başladı zaten. Parkorman'dan çıkınca eve gitmek istedi; biraz daha bilgisayar oyunu, bu haftasonunun üçüncü patatesli börek öğünü, banyo yerine biraz televizyon derken çıkma vakti geldi. Önce yeğenimi aldık, oradan Mammut'un ofisine gidip Nemo'yu bıraktık.
Bir haftasonu daha bitti.
Haftasonunun en komik olayını da yazmalıyım. Cumartesi günü sinemadan çıktığımızda önce annemi arayıp bulamadım, ben de Juno'yu aradım, biraz konuştuk, sinemadan çıktığımızı söyleyip azıcık filmden bahsedince Nemo telefonu elimden alıp heyecanla filmi anlatmaya başladı. Juno'nun da sesi geliyor arada, "ya, demek kötü niyetli şapka ha" filan diyor. Sonra Juno "bize gelsenize" dedi herhalde ki Nemo "olmaz, hastalığın bana bulaşır" dedi. Juno anlamadı tabii neler olduğunu, Nemo da şaşkın şaşkın "ben annemi vereyim" deyip telefonu bana uzattı. Bense kahkahalar arasında Juno'ya onu anneannesi zannederek o kadar konuştuğunu açıkladım. Nemo da oradan "ama onun sesi de kısık anneanneminki gibi" diyordu. Sonra da "pek akıllı değilim, değil mi?" dedi. Neler dediğimi tahmin edersiniz, "Hiç öyle şey olur mu, çok normal bir karışıklık bu, anneannenle dün konuştuğunda sesinin ne kadar kısık olduğunu duydun, şimdi de onu arayacağımı söylediğim için telefondakini o zannettin, bu çok doğal, ..." Bugün sinemaya tekrar gittiğimizde dünkü olayı hatırlayıp "neydi o teyzenin adı, hani anneannem zannettiğim?" diye sordu:)

14.4.07

Bahçe Partisi

İşte sevgili Juno'nun evinde bizi bekleyen kahvaltı sofrası... Bir gün önce annesi ve haftalık yemeklerini yapan kadın yardıma gelmiş, hatta yardımcı kadın gece de kalmış ve sabah 3.30'a kadar mutfaktan çıkmamış. Fotoğrafta görülen profiterolü bile o yapmış. Üstelik hayatımda yediğim en güzel profiteroldü.
20 kişilik sınıftan 10 kişi geleceğini söylemişti, ancak son gün gelmeyeceğini haber verenlerin sonrasında gelenler ben dahil sadece 4 kişiydi. Bütün bir öğleden sonra çay sofrasında çene çaldık. Erkekler erken ayrıldı, biz 3 kız 19.00'a kadar sohbete devam ettik. Gelmeyenler müthiş bir sofra ve neşeli bir sohbet kaçırdılar.
Gelen iki erkek de motorsikletle gelmişti. 40 yaş grubunda yaygın bir şey galiba bu. Gelenlerden biri Haylaz'dı. Birkaç sene önce ciddi rahatsızlıklar geçirmiş, bir ara 100 kiloyu geçmiş, zor nefes alıyormuş; şimdi iyi görünüyordu, en azından normal bir kiloda. Montingac rejimiyle 20 küsur kilo vermiş. Hmm, eskiden sadece bunalıma girdiğinde zayıflardı ve bu genellikle bir yasak gönül macerasıyla birlikte gerçekleşirdi. Neyse, artık beni ilgilendirmiyor; umarım akıllanmıştır, çünkü artık 20 aylık bir kızı var.
Kızlardan diğeriyle (ev sahibi olmayanla) ilk kez bu kadar içten ve yoğun bir sohbet yaşadık, hatta lisedeyken birbirimizi pek tanımazdık, 20 senedir de görüşmemiştik. Meğer o da çok büyük sağlık sorunları yaşamış. Çok ciddi, psikosomatik diye bilinen (aslında ender görüldüğü için pek bilinmeyen) bir hastalıkla savaşmış, geri döndürmeyi başarmış. Oysa dışarıdan bakınca mutlu bir evlilik, 10 yaşlarında bir çocuk, varlıklı bir aile, başarılı bir iş hayatı, hatta kendi işini yaptığı için çoğumuzun hayal kurduğu bir yaşam gibi görünüyor, değil mi?
Ben bir dilim börek, bir dilim elmalı tart, üç top profiterol yedim ve suçluluk duymuyorum. Hepsi de çok güzeldi. Yalnız kalan yiyecekler için Juno'nun bir çözüm (daha doğrusu çağıracak misafirler) bulması lazım, öyle çay yanında yiyerek bitecek gibi değil.
Geçen toplantının heyecanıyla Juno herkesi eve çağırdığında ben dediydim, merkezi bir yerde, bir cafede sözleşelim, müsait olan gelir, işi olan kısa süreli uğrar diye, haklıymışım işte...

12.4.07

Sirkeci'de Bahar

Bugün hava güneşli ama soğuk, bense güneşe aldanmış ve ceketle çıkmışım sokağa. Her zamanki gibi evden arabaya - arabadan şirkete düzeninde bir gün olsa hiç sorun değildi, ama Sirkeci'deki belediye otoparkıyla adliye arasında donmamak için sabah şirketteki kızlara sordum, "Siyah şalınız filan var mı?"; bir siyah saçaklı şal, bir siyah üstüne pembe çiçekli şal, bir mor ebruli panço, bir kırık beyaz şal çıktı ortaya. Herkes tedbirli, bir ben bahar şaşkını. Beyaz şalı alıp çıktım. 45 dk erken gitmişim. Mısır çarşısına, Tahtakale'ye yürümek çok cazip geldi ama oralarda bakınırken dalar giderim, duruşmayı kaçırırım diye korktum; oralarda biraz dolaştım, oturup bir çay içtim; yanıma okuyacak bir şey almadığıma hayıflandım; gazete, dergi filan alsam sığmayacak kadar küçük bir çantayla çıktığıma hayıflandım; biraz daha dolaşıp sonunda adliyeye girdim. Mammut gelmiş, ama yanında şahitleri yoktu. Oysa bu celse onun şahitleri dinlenecekti. Yine oyalama taktiği diye düşündüm. Onu görüp sinirimi bozmayacağım bir bankta avukatımla oturup sohbet ederek sıramızı bekledik. Beklerken konu avukat-hakim ilişkisine geldi; bir çok kişiden, avukatın celse arasında hakime dosyayı anlattığı, dosyayı özetleyen dilekçeler verdiği, bu şekilde hakimin konuyu anlamasını sağladığını duyduğumu anlattım. Kötü anlamda etki altında bırakmak değil, çok yoğun olan mahkemelerde dosyaları doğru dürüst inceleyecek vakit bulamayan hakimlere ulaşmaktan bahsediyorlar. Benim avukatım ise "ama bu dediğiniz yasaktır, biz yapmayız" dedi. (Ben nerden gidip tam kendim gibi bir avukat buldum ki?...)
Sıramız geldiğinde içeri girdik. Onun yeni avukatlarından biri vardı yanında. Şahitlerinden biri tebligat ulaşmasına rağmen gelememiş, diğeri İstanbul dışında olduğu için oraya talimat çıkarılmış. Avukatı yoğun bir şiveyle "tedbir kararına itirazımız geçerlidir; ayrıca karar vermeden önce tarafımıza haber verilmesini talep ediyoruz" dedi. Hem hakim, hem katip bir anda o asık suratlı havalarından çıkıp kocaman güldüler. Hakim "bunun zapta geçmesini istiyorum, bu çok ilginç" dedi gülerek ve tek tek yazdırdı. (Bir tek, karar vermeden önce onlara danışmasını istemedikleri kaldı yani...) Sonuç olarak, tedbir kararına itirazlarının reddine, gelmeyen şahidin zorla getirilmesine, gelmezse o şahitten vazgeçilmiş sayılmasına, diğer şahidin ifadesinin talimatla alınmasına karar verdi. Bir sonraki celsenin tarihi 19 Haziran. Benim avukat daha erkene gün verip veremeyeceğini sordu; "efendim, bir sonraki öğretim dönemi yaklaşıyor" dedi. Mammut'un avukatı dönüp benimkine "avukat bey, niye acele ediyorsunuz? Karar belli mi ki?" diye sataştı. Benimki sükunetle "hayır, elbette karar belli değil" dedi ve konu kapandı.
Herkes kendi gibi avukatlar buluyor anlaşılan...
Artık sonuna geliyoruz hissiyle, içim kuşlar gibi cıvıldaşarak çıktım adliyeden, avukat bana otoparka kadar eşlik etti; Tahtakale turu başka güne kaldı.

11.4.07

Düşünce Gücü

Pazartesi akşamı Endişeli Peri'nin haftasonu yazısını, herhalde tüm yorum bırakanlar gibi gülümseyerek -ben yorum bırakmadım ama yazılanlara gönülden katıldım- , orada olmaya içim giderek okuduktan sonra, hatta Shrek'e "Kemal'in Yeri hangisiydi? Hani seninle bir kere oturup çay içmiştik, o muydu?" diye sorup öyle olduğunu anladıktan tam bir gün sonra, hiç planlamamışken, kendimizi orada çay içerken bulduk. Şimdi ben düşünce gücüne inanmayayım da ne yapayım?
Akşamüstü Shrek iş çıkışı karşıya geçmesi gerektiğini söyleyip benim de gelmek isteyip istemeyeceğimi sormuştu. Buluşup tek arabaya düştük; önce onun işlerinin bir kısmını hallettik, sonra Moda'ya gidip annesinden gardrobun kapak rayını alacaktık ki, "hadi" dedim, "sahilde bir çay içelim". "Bak bu şekerlikleri Bora sevmezmiş" dedim, "haklı" dedi...

9.4.07

Spyro Haftasonu

- Nemo, kahvaltıda ne istersin oğlum?
- Şokellalı ekmeklerden yap, ama şu şekilli olanlardan.
- Nasıl yani?
- Hani sen yapıyorsun ya, kurabiye gibi şekilli, ondan.

Tost ekmeklerini kızartıp kurabiye kalıbıyla kesmek, üstüne şokella sürüp yanlarından renkli kokteyl çubukları batırıp hazırladığım lokmalardan bahsediyor. Ben süslü tabaklar hazırlayacağım diye uğraşırım hep ama hiç fark ediyormuş gibi tepkiler vermezdi, meğer hepsinin farkındaymış.
* * *
- Anne ne yapıyorsun?
- Hani sen sevmiştin, pasta gibi süslü patates salatası yapmıştım ya doğumgününde, ondan yapıyorum.
- Haa, şu yeşil zeytinli olan. E ama aynı yemeği bir daha yapamadığını söylemiştin?
- Yapamıyorum değil, yeni bir şey denemek daha cazip geliyor, o yüzden aynılarını bir daha yapmıyorum demek istemiştim, ama senin sevdiğini bilirsem hep yaparım.
- Tamam, sen benim sevdiklerimi yine yap.

Ben bu "aynısını bir daha yapamıyorum" lafını -yanlış hatırlamıyorsam- yemeğe konuklarımız varken, gayet kalabalık bir ortamda söylemiştim, onun odada olduğunun bile farkında değildim. Demek kaydediyor her duyduğunu...
* * *
Şu aralar çevremde bir çok insan "Secrets" diye bir filmden bahsediyor. Şirkette ERP takımı lideri stres altındaki takım üyelerine seyrettirmiş; şirketten başka biri de seyredip çok etkilendiğini anlattı. Badem de bir arkadaşından ödünç alıp seyrettiğinde çok etkilenip 5 kez üstüste seyretmiş. Geçen hafta sonunda benim de elime geçti; daha doğrusu etkilenenlerden biri benim de faydalanmama vesile olmak istedi. Ben de seyrettim ama doğrusu aynı etkiyi almadım; daha çok vasat bir TV belgeseli gibi geldi bana. Düşünce gücüne inanmadığımdan değil, tam tersine olumlu düşüncenin gücüne fazlasıyla inanıyorum, sadece bana bilmediğim bir şey söylemedi. Tabii hatırlatması bile önemli aslında, çünkü bilmek yetmiyor, içselleştirmek, o sistemde yaşamak gerekiyor. Bir de doğallıkla -öğrenmeye gerek kalmaksızın- böyle olanlar, böyle yaşayanlar var ki onlardan olmadığım kesin. Potansiyelim var ama...
Mesela filmde deniyor ki, istediğiniz şeyin gerçekleştiğini hayal edin, gözünüzde canlandırın, sanki gerçekten olmuş gibi o duruma, o duyguya uyumlanın; sahip olmadığınız şeye odaklanmayın. Ben de ekranımın duvar kağıdına Nemo'nun bakınca beni gülümseten bir fotoğrafını koydum. Tüm annelerin öyle değil midir zaten? Yaz tatilimiz bitip de ayrılınca, bana yoksunluk duygusu verir diye onun fotoğrafını kaldırıp kendi çektiğim bir deniz-iskele-günbatımı fotoğrafını koymuştum oysa.
Susan Miller da çok iyi şeyler söylüyor zaten. Nisan'ın ortasında Mars Yengeç burcundan geçeceği için girişimci ruhum kabaracak, bağımsız olmak veya kendi işimi kurmak için çok iyi fikirlerim olacakmış. 2 Nisan civarında ev arkadaşı, aile, ev alanlarında mutlu olacağım gelişmeler olacağını da söylüyordu; bu kısmı gerçekleştiğine göre diğer dedikleri de olabilir. Geçen hafta gerçekten de Shrek kardeşinin dev gardrobunu getirip arkadaki boş odaya kurdurdu. Yatak odasını o odaya taşımayı planladık. Ayrıca bir receiver, benimkinden daha kaliteli ama kopyaları göstermeyen bir DVD player ve bir dolu hoparlör getirip kurdu; hepsinin fonksiyonlarını bir uzaktan kumandaya tanımladı.
Ayrıca 2005 yazından bu yana Yengeç'in "kazanılan para" evinde dolaşan Saturn 2007 yazında çekip gidecekmiş. Yaşasın:)
Bu haftasonu hiç fotoğraf çekmemişim; hemen hepsini evde ve Spyro (Nemo'nun sevdiği tek Playstation 1 oyunu) oynayarak geçirdiğimiz için herhalde. Ayrıca Nemo Cuma akşamı hafif ateşliydi, genzi de doluydu. Cumartesi, gece birikenleri öksürerek atmaya başladı. Kali bichromium verdim, dramatik bir iyileşme olmadı ama antibiotiksiz iyileşme sürecini başlatabildim sanırım. Pazar günü burnu akıyordu ama öksürük durmuştu. Haftasonuna özel programımız İş Sanat'taki "Hayvanlar Karnavalı" idi. Ayla Algan'ın anlatıcı rolüyle çıktığı, iki piyanolu küçük bir orkestra ve boy boy (5-6 yaşlarından 15'lere kadar) çocukların hayvan tasvirleri yaparak dans ettiği, şarkı söylediği bir gösteri. Özellikle 4-7 yaş grubu çocuklar ve her yaştan anne-babalar için çok uygun bir konser-gösteriydi bence. Yalnız çocuklar sahneye çıkıp dans ederek şarkı söylemeye başlayınca ben niye ağlamaya başlıyorum, onu çözemedim. Öyle duygulandım ki anlatamam... Şef de Serdar Yalçın'dı; benim piyano hocamın büyük ve bana özel ders veren öğrencilerindendir kendisi. Bu aralar çok andım ya o günleri, o zamandan imgeler kopup geliyor, çıkıyor karşıma. Geçen hafta azıcık çaldım bile, ama çalışmadan "iyi" çalınmıyor, benim de o kadar sabrım yok artık.
Cumartesinin ikinci programı benim departmanımdan bir çocukla üretimden bir kızın nikahıydı; hatta Nemo'nun adını da davetiyenin üstüne yazmalarını rica etmiştim ki gitmemize itiraz etmesin. Ama bir yandan hastalık, diğer yandan ev özlemi birleşince konser çıkışı eve dönmek istedi, ben de onu kıramadım elbette. "Büyüdüğüme pişmanım, yoksa Cevahir'deki piramitte oynardım" dedi zaten... Geçen ay aldığım 36 numara üstü cırt bantlı pumalar ayağına küçülmüş bile, ama babaannesi ayakkabıları yıkadığı için de olabilir tabii, çamurlanmış da... İcra memuruyla öğretmen hanıma "ay babası İtalya'dan 10 çift ayakkabı almış, 2 tanesi daha giymeden küçüldü" diyor bir de. Aman neyse... Şimdi onları hatırlayıp keyfimi kaçıramam. Ben keyifli şeylerden bahsetmek istiyorum.
Evi daha normal bir hale getirme operasyonunun bir diğer adımı da Shrek'in kardeşinden gelen -yoksa atılacaktı- kocaman büfe ve onun takımı olan Shrek'in evinde duran masa ve sandalyeleri benim salona getirmek. Benim açığa çıkacak, sandalyeleri olmayan -ve balkon sandalyeleriyle idare ettiğim- masamı da çalışma odası yapacağım yere koyup atölye masası yapabilirim. Hayalimde hep üstü muşambayla kaplı kocaman bir masa, bir tarafında boyalar, Nemo'nun elişi projeleri, öbür tarafında Shrek'in tamir ettiği maket trenler, üstünde yayılı projeler var. Böylece, toplamak zorunda kalmadan yapılacak yaratıcı çalışmalara yer açmış oluruz. Benim şu anda atölye masası gibi kullandığım eski mutfak masam da Shrek'in evine gider, şimdilik idare etsin diye. İki önceki dairemdeki balkon için aldığım balkon masası ve sandalyelerini de satmayı denerim. Bir de eski yer minderlerini yapacak bir şey bulmam lazım. İşe yarar bir hale sokamazsam da verip yok etmeli, ama ben kıyamıyorum işte... 1-2 tanesinin bir kenarda durması, yerde oturarak veya diz çökerek bir şey yapmak gerektiğinde çekip alınıvermesi için iyi olur, ama o bir kenarda durma sırasında insanın ayağına dolaşmaması veya köşede istiflenmemiş olmaları gerekir. Burayı okuyup fikir vermek isteyenlere şimdiden teşekkür:)
Bu ne daldan dala atlayan bir yazı oldu böyle...
Bir yandan da -aklımı kurcalayan değil ama- duygu durumumu meşgul eden bir başka konu var; o da önümüzdeki cumartesi, lise grubunun bir arkadaşın evine davetli oluşu. Ev sahibi benim yıllar sonra bulduğuma çok sevindiğim en yakın arkadaşlarımdan biri; üstelik tarihi benim müsait olduğum haftasonuna rastlattı. Gitmemezlik edemem, ama organizasyon maillerinden gördüm ki bu kez Haylaz da gelmeye niyetli. Eski eş konumuna geçeli 10 sene oldu ama aslında sınıf arkadaşı olalı 30 sene geçti; artık rahatsız olmamam gerekir; yine de onunla aynı ortamda bulunmak fikri iyi gelmiyor. Biraz da Shrek'in bu durumdan hoşlanmayacağını bildiğim için, onu huzursuz etme fikri beni rahatsız ediyor sanırım. Neyse, zorlandığıma göre yapmalıyım; demek ki aşacak duygusal engellerim var hala.
İşte durum böyle.

4.4.07

Beşiktaş Belediyesine Teşekkürlerimle

Bu akşamın etkisi geçmeden yazmalıyım...
Birkaç senedir "şöyle güzel bir senfoni orkestrası konserine gitsek, popüler, romantik şeyler çalsalar, Brahms, Shumann, Tschaikovsky filan, içimden nehirler aksa, gülümseyerek dinlesem" diyorum, tembellikten bir türlü bir konser bileti alamadım. Bazen programlar elime geçti, ama hayal ettiğim gibi değillerdi, bir popüler parça varsa, bir çağdaş Türk, yanında Mahler veya Wagner. Zorla değil ya, yaşım ilerledikçe klasik müzik rafineleşeceğine hafifledi. Aynı okuyabildiğim kitaplar gibi. Artık yorgunum. Oysa ortaokul-lise yıllarında AKM'deki İDSO konserlerini kaçırmazdım, kimseye burun da kıvırmazdım.

Gelelim bu akşama. Shrek geçen gün gazetede Prag Senfoni Orkestrası'nın Akatlar MKM'de konseri olduğunu görmüş, hatta gitsek diye içinden geçirmiş. Ertesi gün Beşiktaş Belediyesi'nden aramışlar, bu konsere belediyenin kontenjanından davet etmişler, girişte iki kişilik davetiyenizi alabilirsiniz demişler. Çok şaşırdım. Ama ne de iyi etmişler. Gerçi MKM'nin giriş-çıkış yolları, otoparkı, yürüyen merdiveni bu kalabalığı kaldırmadı; belediyeye ayırılmış bloktaki koltukların üstüne üstünde davetli isimleri yazılı kağıtlar iliştirmişler, ama adınızı bulmanın imkanı yok; herkes şaşkın şaşkın yerini arandığı için de biraz geç başladı falan filan... Hiçbiri bu akşama gölge düşüremez. Program tam istediğim gibiydi, Smetana-Ma Vlast, Mozart Re Majör piyano konçertosu (Solist: Paul Kaspar) ve Dvorak-Slovak Danslarından seçmeler. Şef de Petr Altrichter isimli bir Çek'ti. Çok hoşuma gitti. Tamam, biraz fazla neşeli ve popüler olduğunu kabul ediyorum, ama ben evrenden öyle ısmarlamıştım. Aynı Shrek'i ısmarladığım gibi; yalnız ve kaybolmuş hissettiğim zamanlarda "karşıma biri çıksa, sarılıp omzunda ağlayabilsem" demiştim. Ha ha, ne istediğinize dikkat edin, öyle birini omzunda ağlamak için nedenlerle birlikte verdi işte. (Bunu daha önce de yazmıştım galiba, tekrarlamış oldum)

Sonuç olarak, konser çok güzeldi; belediyenin böyle bir etkinliğe önayak olması ayrıca hoşuma gitti. Ben bu hevesle yarın akşam piyanomun kapağını bile açarım. Shrek de "yün öreceğine piyano çalsana" diyor.

Bu yazının süsü de konuyla ilgili bir çocukluk fotoğrafı olsun... Burada 6-7 yaşlarındayım. Belediye Konservatuarında Rana Hanım'ın öğrencilerinin sene sonu konseri. Sahnede karatahtanın ne işi var acaba?

1.4.07

Pazar Albümü







Yengeçler geçmişlerini kolay kolay geride bırakamazmış, sanırım bir belirtisi de fotoğraflara düşkün olmak. Ben de oldukça tipik bir yengecim; fotoğrafların en güzellerini albümlere dizip diğerlerini de atmaya kıyamadığım için kutularda saklarım hep. Tabii bu dijital makinalar çıkmadan önceydi. Ama insan iki kez kötü (yani kızgın ve kırgın) ayrılınca hayatının önemli bir kısmına ilişkin arşiv de ya yok oluyor, ya da bir dolabın dibine atılıyor, anılarla birlikte.


Haylazdan ayrılırken, oturup albümleri boşaltmış, sırf onun olduklarını bir kutuya doldurup göndermiş, sırf benim olduklarımı başka bir kutuya, birlikte olduklarımızı da başka bir kutuya koyup kaçmasınlar diye üstünden düğümlediğim bir torbanın içinde saklamıştım. Sonra Mammut ortaya çıkıp geçmişim yokmuş gibi davranmaya zorlayınca torbayı olduğu gibi götürüp annemin evinde bir dolabın dibine koymuştum. Ondan kurtulunca hepsi ortaya çıktı tabii. Haylaz'la olanlar yine kutusunda, ama saklı değil. İlk bulduğumda bir tur baktım ama artık o fotoğraflar çekilirken ne hissettiğimi bile hatırlamadığım için onlar birer hayaletten ibaret. Mammut zaten evdeki eşyaları götürürken tüm albümleri de alıp gitmişti (Nemo'nunkini saklayıp bizimkini yakmıştır) Neyse ki negatifleri unutmuştu da Nemo'nun albümünü baştan oluşturabildim; onunla olanları da bırakmış olsa bile zaten ben yırtar atardım. İşte hayat böyle öğretiyor geçmişi geride bırakmayı.

Ama bazı şeylere dönüp bakmak yine zevkli. Fotoğrafların önemine dair hatırladığım en eski şey, ablamın bir dolu bebeklik fotoğrafı olmasına rağmen benim tüm çocukluk fotoğraflarımın 10 taneyi geçmiyor oluşunu kıskanmamdır. Benim ondan daha az sevildiğim sonucunu çıkarmıştım. Oysa o küçükken ailede amatör fotoğrafçı bir enişte varmış, ben yetişememişim sadece. Ablam benden 9 yaş büyük olduğuna göre apayrı çocukluk dönemleri geçirmiş olmamız da normal. O hep aileye daha yakın durmuş, bense biraz yabani durmuşumdur hep.
İşte en kıskandıklarım ve ben aynı yaşlardayken çekilenler... Beden diline bakılırsa çok da yanılmıyormuşum sanki.
Bütün bunlar nereden aklıma geldi diye merak eden varsa, Pazar günü Shrek'in evde yapacak işleri olduğu için öğleden sonramızı orada geçirdik; ben de eski fotoğrafların bir kısmını tarayıp dijital ortama aktardım; kolaylıkla tüm dünyayla paylaşılabilir hale getirdim. Benden başka kimseyi ilgilendirmese bile... Kim olduğumuzun, niye böyle olduğumuzun ipuçlarını yüksek sesle arıyoruz işte. (Kendinden 1.çoğul şahıs olarak bahsedenlerden nefret ederim. Burada biz dediğim ben değil, biz sanal alemde günlük tutanlar, geçmişi, bugünü ve kendini deşenler)
Yine de selam sana dünya...