
Ayvaları ikiye bölüp, ortalarını çıkarıp, kabuklarını soyduktan sonra bizim pastane'nin yaptığı ayvalı tartın üstünden gördüğüm gibi 2 bardak su + 2 bardak nar suyu ile kısık ateşte pişirdim. Ortalarına birer çorba kaşığı tozşeker koymama ve çekirdeklerini de birlikte koymama rağmen ne çok tatlı, ne de çok kırmızı oldular.
Ayva tatlısından sonra sıra ayva reçeline geldi.
Yabancı bir sitede okuduğuma göre ayvaları ikiye bölmek yerine dikine elma dilimleri çıkarmak ve ortasını çıkarıp minik doğrayarak suya atmak kararmalarına engel olurmuş. Ben de öyle yaptım. 6 bardak suyu kaynatıp ayvaları süzerek içine attım; çekirdekleri de minik bir tülbentin içinde içine attım. (Evde bu iş için kullanacak ne bulabilirim diye dolanırken, ütü için annemin getirdiği tülbentin köşesinden kesmek zorunda kaldım) Ayvalar yumuşadıktan sonra 4 bardak tozşeker ekledim ve kısık ateşte kaynamaya bıraktım. Kaç saat kaynadı bilmiyorum, suyu hala çok akışkan olmasına rağmen sıkılıp kapattığımda hacmi yaklaşık yarıya inmişti. Kapatmadan birkaç dakika önce içine yarım limonun suyunu da ekledim, aynı okuduğum pek çok tarifteki gibi. Soğuyunca suyu daha koyulaşırmış, bakalım doğru muymuş?
Çay saatine yetişmesi için ayvaları hızlı bir şekilde yumuşatmam gerekiyordu; ben de ince doğrayıp, soyup biraz tereyağında, az tozşeker de ekleyerek soteledim. Dilimli silikon kabımı yağlayıp dibine pişmiş ayva dilimlerini dizdim. Sibel'in Kahvesi'nde okuduğumdan beri "yap beni, yap beni" diye dürten krem şantili kek hamurunu hazırlayıp üstüne döktüm, ama baktım ki benim kalıp bu hamura biraz küçük gelecek, hepsini koyarsam çok dolup pişerken taşacak, kalan pişmiş ayva dilimlerini küçük doğrayıp kalan hamura kattım ve altılı muffin kalıbıma paylaştırdım.
Fırını 180 dereceye ısıtmıştım zaten. İki kalıbı birden fırına yanyana koydum. Tabii topkekler çok daha önce pişti. Onları çıkarırken gördüm ki kekin içi daha pişmemiş ama üstü epey kızarmış, aluminyum folyoyla üstünü kapattım ve pişirmeye devam ettim.
Bu arada Badem arayıp gelemeyeceğini haber verdi, çok trafik olduğunu görünce oğlunun kurs çıkışına yetişememekten korkup gelmekten vazgeçmiş. Ayvalı topkek, planlanmamış, özellikle istenmemiş, kazara oluvermiş bir çocuk gibi sevilmediğini sanmasın diye onun başrolde olduğu bir fotoğraf çektikten sonra sevgi gösterisinin devamı olarak kendime çay yaptım ve iki tanesini yedim.


Shrek Çarşamba gününden itibaren semineri için İzmir'deydi zaten, ben de Cuma akşamüstü gittim. Niyetimiz Pazar akşamı dönmekti, ama sonra biletlerimizi Cumartesi akşamına alıp erken döndük. Cumartesi gününü Shrek seminerde, ben de ablam ve eniştemle İzmir keyfi yaparak geçirdik. Seminer 9'da başladığı için Shrek'in erkenden çıkıp Konak'a geçmesi gerekiyordu. Benim de niyetim birlikte iskeleye kadar yürümekti ama evin anahtarlarını bulamayınca dönüşte ablamları uyandırmak istemediğim için biraz kitap okudum. Ablamlar da uyanınca sahile yürüyüp kahvaltımızı birer içi İzmir tulumu ve domates dilimleriyle dolu kumru ve çayla kahvede yaptık. Tabii gazetelerimizi okuyarak.
Ablam geldikten sonra biraz daha oturup kalktık. Ben motora binip Konak'a geçtim, Shrek'le buluştuk, uçağa daha vakit olduğu için Kore Şehitleri'ne (aslında orası Kıbrıs Şehitleri'ymiş, ben yanlış hatırlıyormuşum; Gül yorum bıraktı da düzeltebiliyorum) gidip Altın Kapı'da birer İskender yedik, bir porsiyon söyleyip paylaşmadığımıza hayıflanarak şiş midelerle alana gittik. Bu kadar İzmir keyfi yeter. Cumartesi gecesi yatağımızda uyuyup sabah geç kalkmaya da ihtiyacımız var. Pazar gününü dinlenerek geçirmezsek sonraki hafta çok zor geçiyor artık.
















Fotograflarda pek cikmamis ama her tarafta ipe dizilmis ücgen flamalar ve balonlar vardi. Bu sefer fotograflari ben cekmedim, yegenimin erkek arkadasina verdim makinami, cünkü fotograf cekeyim derken olayi kaciriyorum. Ustelik bir tane, biraz odaklanma sorunu oldugu icin az flu ama cok güzel bir pozumuz var, Nemo’la sarilismis, tüm yorgunluga deger. Giderlerken cocuklara birer balon, birer de ici sürpriz hediyeli Sünger Bob dergisi verdik ki akillari kalmasin.