20.3.06

Strasbourg Hakkında Çok Kişisel


Pazar günü döndüm. Strasbourg gibi çoğu kimsenin Fransa'da mı, yoksa Almanya'da mı olduğunu bile bilmediği bu güzel şehre THY'nin haftada üç gün uçuşu var; Salı, Perşembe, Pazar. Ben geçen Pazar gidip bu Pazar döndüm. Kendimi çok turist gibi de hissetmiyordum, çünkü ben aslında ablamı ziyarete gittim. İki sene önce, sınavı kazanırsa bedavaya Strasbourg'u görmüş olur diye yaptığı iş başvurusu kabul edilince (biraz da benim cesaretlendirmemle) oraya yerleşmişti. Evdeki hesap kızının yatay geçişle oradaki bir üniversiteye gitmesi, kocasının emekli olup Fransa'da kitap yazmasıydı ama çarşıya uymadı; Mart sonunda geri dönüyor. Şipşirin evini görünce "sen dön, ben burada kalayım" dedim ama nafile. Tabii kocasını özlemesine diyecek bir şeyim yok ama ben orada yaşamaya özendim doğrusu. Halbuki ben dilini bilmediğim yerlere fazla özenmem...


Starsbourg Fransa'nın güneydoğu köşesindeki Alsace (Alzas) bölgesinde, Almanya-İsviçre sınırında, yaklaşık 250,000 nüfuslu bir şehir. Simgesi leylek. Ortaçağdan sonra kah Fransa'nın, kah Almanya'nın sınırları içinde kalmış. Sokaktaki insanın ikinci dili Almanca. Tüm Orta Avrupa şehirleri gibi içinden nehir geçiyor; ama onlardan da öte, ortasında bir ada oluşturmuş. Dik çatılar, eski taş binalar, nehir boyu, sakin sokaklar, tırtıl gibi sakin, kıvrılarak köşelerden dönen tarmvay, nehirde yüzen kuğular ilk aklıma gelenler. Tabii Avrupa Konseyi, Avrupa Parlamentosu ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bu küçücük şehre kozmopolit bir eda da vermiş.
Fransızlar eski şeyleri seviyorlar; yeni şeylere bile eski görüntüsü veriyorlar, duvarlar patine, mobilyalar eskitme cilalı, eski zamanlardan objeler her köşede, bit pazarına hakikaten nur yağmış.

En ünlü, en özel yemekleri benim zevkime pek uyan, ama eniştem tarzlı erkeklerin "bu da yemek mi?" diyeceği türden şeyler; krep, tart flambe ve tartin (okundukları gibi yazdım, Fransızcacılar kusuruma bakmasın). Krep bizim bildiğimizden daha ince, sert ve büyük, tuzlu olanları esmer bir unla yapıldığı için de çook lezzetliydi. Tart flambe de açık gözlemeye benziyor, biraz daha büyük ve ince, üstünde peynir, mantar, jambon gibi şeyler oluyor. Tatlı versiyonları içinden elmalısını yedim. Belki çok özel bir tat değil ama ben sevdim. Tartin ise ince büyük bir kızarmış kara ekmek dilimi üstünde çeşitli malzemeler diye tarif edilebilir. İnce sürülmüş keçi peyniri üstünde bal ve file badem, brie peyniri dilimleri üstünde bal ve ceviz, domates dilimleri üstünde tuzlu hamsi gibi seçenekleri var. Yalnızken yemek pişirmek yerine sandviçle yaşayan benim gibiler için cennet gibi, ama belli ki Fransızlar benden çok daha az miktarda yiyor, çünkü hepsi gayet zayıf. Bir de birkaç yerde rastladığım büyük masa çevresine oturulması fikri çok hoşuma gitti. Büyük ahşap bir masa ve iki yanında iki bank düşünün; insanlar gelip bir kenarından başlayarak masanın çevresine oturuyorlar, gruplar birbirini tanımıyor elbette. Hatta ablamın oturduğu sokaktaki bir yerde (adı da Kırmızı Kantin) başka masa da yok, ortada bir büyük masa, hepsi o. Önünden geçerken tek bir grup kapatmış, masanın çevresinde oturuyorlar diye düşünüyor insan, ama meğer demin anlattığım gibiymiş. Çok sevimli...
Şehir içindeki küçük dükkanlar da çok sevimli. Çoğunluğu aile işletmesi, belli bir gelir düzeyinin altında vergi avantajları var, dükkan sahibi kendi çalışıyor, çünkü birini işe almak pahalı geliyor. Böyle olunca da dükkanları sürekli açık bulamıyorsunuz, kapısında asılı tabelalarda gün gün hangi saatler arasında açık olduklarını yazıyorlar. Ekmek yapımına çok değer veriliyor, hatta bazıları için "sanatçı fırın" anlamında "artisan boulangerie" deniyor. Sokak arasındaki küçük pastaneler taptaze günlük küçük pastalar çıkarıyor, onları satınca da kapatıp gidiyor. Fotoğraftaki onlardan biri...

Bir seferinde de İngiliz tarzı bir cafeye gittik. İçerde herşey öyle İngiliz ki... Pembe güller, pembe güllü porselenler ve gül kokusu karşıladı bizi. Seçtiğiniz çay çeşidine göre farklı bir çay fincanı ve demliği ile servis yapıyorlar.
Cafelerde, brasserie'lerde fotoğraf çekince ablam Japon turistlere benzediğimizi düşünerek biraz sıkılıyor. O yüzden yediğim ve beğendiğim herşeyin fotoğrafı yok, ama fikir vermesi için birşeyler çektim yine de. Hem unutmamak için, hem göstermek için...

Sonuç : Ben alıp başımı gitmek, insanların saygılı, sabırlı ve kibar olduğu bir yerde yaşamak, işe bisikletle gidip gelmek istiyorum. Düzen ve huzuru da sıkıcı bulmuyorum.

6 yorum:

zeynepdiezcaballo dedi ki...

Aynı duygulardayım..Buralar dar geliyor ve gitmek istiyorum..Yazılarına bayıldım...

Sevgiler

ZeD

Burcu - Mutfak Camı dedi ki...

çok güzel anlatmışsın.benim de çok hoşuma gitti. bizlerle paylaştığın ve hatta böylesine güzel paylaştığın için teşekkür ederim.

Doruk dedi ki...

Güzelmiş hakikaten Dory'ciğim. Ben de hemen bir hayal kuruverdim, yazdıların üzerine, orada yaşıyormuşum ve bir "artisan boulangerie" işletiyormuşum. Sen de sabahları bisikletle işine giderken uğrayıp, kahvaltını benim fırından yapıyormuşsun;)

Ilgaz Gürses dedi ki...

Hoşgeldin Dory, sayende biz de görmüş kadar olduk oraları. Sana katılıyorum, orada yaşayanlara rahat batıyor bence, ben de hiç sıkılmazdım doğrusu.

tontontombo dedi ki...

Hoşgeldin Dory, gidersen beni de yanında götürür müsün? Bak benden iyi asistan bulamazsın:))

huysuz dedi ki...

Hoşgeldin Dory. Ben de her yurdışı ziyaretimden sonra aynı duygulara kapılıyorum, ne yalan söyleyeyim...
Ha bu arada, Burcu'nun boulangerie'sinin yanında benim de bir çiçekçim olsun isterim :)