8.9.08
Selimiye-Bozburun-Söğüt
7.9.08
Datça
Öğle sıcağında keyifli tarafını göremeyeceğimizi anlayınca Eski Datça mahallesine gittik. Taş evler, duvarlarından fışkıran çiçekler, dar sokaklarla hoş bir yer ama orayı gezmek için de çok sıcak... Sıcaktan dilimiz dışarıda bir tur attık, canımız ev yapımı gerçek limonata çekti; biraz şehirli eli değmiş bir kafe görüp girdik, limonata sorduk, yokmuş; kola, icetea vs önerdiler ama biz az önce gördüğümüz köy kahvesine gidelim dedik. Ama baktım köşede Nihat Akkaraca'nın Datça'da Zaman adlı kitabı, bir sehpanın üstünden üstüste, belli ki satılık. Hemen aldım tabii, Datça'yı taze görmüş olarak çok daha zevkle okunacağına eminim. Köy kahvesinde limonata diye Tang gibi bir sıvı getirdiler ama olsun, Eski Datça turu sayesinde çok zevkle okuduğum bir kitapla karşılaşmış oldum.Eski Datça'dan sonra Reşadiye'ye girdik. Orası Datça'daki ilk yerleşimin olduğu yer. İskele mahallesi sonradan kurulmuş. Kahvaltı yaptığımız yerdeki genç kız bize Reşadiye'deki Mehmet Ağa Konağı'nı gezmemizi tavsiye etmişti. Reşadiye'nin içinde dolaşırken kocaman çınarlı, salıncaklı bir meydan gördük önce; Shrek bankta, ben salıncakta, biraz soluklandık.Aynı meydana bakan Mehmet Ali Ağa Konağı'nın kapısı her ne kadar "burası çok pahalı bir yer" diye bağırıyorduysa da girip soğuk bir şeyler içemeyecek de değiliz ya deyip girdik içeri. Burası 1800'lerin başında yapılmış eski bir konak; yakın zamanda satın alınıp restore edilmiş, otel ve restorant olarak işletiliyormuş. Burada uzun uzun anlatmayayım, merak edenler buradan okusun. Ben sadece kişisel gözlemlerimi aktarayım. Bahçe çok ama çok güzel; limonata az şekerli, hafif ekşi gerçek limonata; yanındaki kurabiye tarçınlı bademli, dışı incecik kıtır bir kabuk, içi yumuşacık; fiyatlar İstanbul'da lüks cafe-restaurant ayarı. Konaklama fiyatını sormadık bile...Kısa Datça turumuzu tamamlayıp kendimizi Hayıtbükü'ne bir atışımız var ki sormayın, sanki evimize döndük de bir oh! çektik; kendimizi denize zor attık.
5.9.08
Knidos
En sonunda Knidos karşımıza çıktı. Hemen yanındaki incecik bir geçit, antik kenti burundaki tepeye bağlıyor. Bu geçidin kuzey tarafı Ege, güneyi Akdeniz. Ege tarafında daha korunaklı ikinci bir iç liman oluşturmuşlar. Okuduğuma göre eskiden kuzey tarafı askeri liman, güneyi ticari liman olarak kullanılıyormuş; şimdi güneyi turistik -hoş ne farkı var ki?
Eskiden çok heykeller varmış, şimdi sırf taşlar kalmış. Ogün'ün annesi öyle diyor. British Museum'daymış buradan gidenler... 5000 kişilik anfitiyatroyu kaldırıp götürememişler herhalde; onu götürseler de arkasındaki muhteşem manzarayı götüremezlerdi zaten. Buradan götürülen mermer blokların Dolmabahçe Sarayı'nın yapımında kullanıldığı söyleniyor. İnanması güç...Knidos veya diğer adıyla Domuzboynu Feneri de hayalleri süsleyen muhteşem bir görüntü sunuyor. Deniz fenerleri romantik çağrışımlarını neye borçlu acaba? Denizcilere yol göstermelerinden mi, yoksa münzevi bir fenercinin orada yaşadığı düşüncesinden mi?
Antik kenti dolaşmayı bitirip boyundaki kafeterya-restorana gittiğimizde bir otobüs dolusu folklorik kıyafetli gence rastladık. Meğer 2.Datça-Knidos Halk Dansları Yarışması kapsamında gelmişler. Knidos'ta Yakutistan halk dansları izledik. Absürd değil mi?
4.9.08
Hayıtbükü
Gece olduğunda kumsaldaki şezlonglar kenara toplanıp isteyenlere masa kuruyorlar. Biz iki akşamdır orada yiyoruz. Öncesinde Shrek günbatımı fotoğrafı çekmek üzere tripodunu kuruyor; sofra donanıncaya kadar bir dolu deneme yapıyor. Bir kısmında ben de ona modellik yapıyorum. Aşağıdaki onlardan birinin yarısı.
İşte böyle...
2.9.08
Cunda'da Poyraz
Eskihisar-Topçular feribotu, Yalova-Bursa, Karacabey sapağına kadar araba yolu biliyor zaten, ama bu kez Shrek kullandı, ben bakındım. Yanda oturunca ne kadar farklı yollar... Yaklaşık 40 kez filan geçmişimdir o yoldan Erdek'e gidip gelirken, koskoca Uluabat gölünü bu kez fark ettim, daha önce hiç görmemişim! Karacabey'den hemen önce Balıkesir'e yol ayrıldı ve güzergah tanıdık olmaktan çıktı. Susurluk'ta yer değiştik, arabayı ben kullanmaya başladım. Edremit'e döndükten sonra yol daha dar, azıcık virajlı harika bir orman yoluna dönüştü, tam benim kullanmayı sevdiğim tarzda bir yol yani. hızlı gitmenin zaten pek mümkün olmadığı bir yol. Ayvalık'a sapana kadar da çok hoş bir yoldan gittik.
Ayvalık'a geldiğimizde arabayla sahilden bir tur attıktan sonra Cunda'ya geçtik. İkimizde en son 25 sene önce görmüşüz Cunda'yı. Ben hatırlamıyorum bile, Shrek ise çok değişmiş buldu haliyle. Sahilde bir otoparka bıraktık arabayı. Yürüyerek biraz dolaştık, birkaç otel ve pansiyona girip baktık, en sonunda sahildeki Ortur Restorant'ın üstündeki odalardan birini tuttuk. Diğerleri belki daha hoştu ama deniz gören balkonları yoktu. Diğerlerinden birinde kalmış olsaydık sabah Shrek uyurken balkonda oturup kitap okuyamaz, aşağıdaki fotoğrafı çekemezdim. Gördüğünüz gibi Cunda'ya sonbahar değil, neredeyse kış gelmiş gibiydi. Sert kuzey rüzgarları denizi kabartmış, rengini koyultmuştu. Akşam yemeğimizi de Ortur'da yedik. Diğerleri daha bir pırıltılı görünüyordu ama kaldığımız yerin restorantı olduğu için ona iltimas geçtik. Sabah kahvaltımız da pek havalı değildi, ev yapımı reçeller yoktu, ama ben zaten reçel yemiyorum, hatta ekmek de yemiyorum:) Cunda'nın meşhur Taş Kahve'si de hemen kaldığımız yerin yanıbaşındaydı, ikinci çayları orada içtik, fotoğraf çekerek tabii.
Biraz daha dolaştıktan sonra Ayvalık'a geçtik. Sokak aralarında fotoğraf çekerek dolaştık. Sizce de aşağıdaki ehliyet tabelasındaki kız Gilmore Kızları'nın Rory'si değil mi?