8.9.08

Selimiye-Bozburun-Söğüt


Datça'nın bademi meşhur. En küçüklerinin adı sıra bademmiş; fotoğrafta görünenler ise ak badem ve nurlu badem. Bize Ogün'ün babası anlattı ve birer avuç ak badem ve nurlu badem kırıp tattırdı. En makbulü nurlu badem, durunca kararmıyor; ak badem ise kararırmış, hem de firesi çokmuş. Bademleri kavurup kuru (ama çok da kuru değil, biraz yaş) incirin içine 3-4 tane sokuşturup incirlerle birlikte tekrar fırınlıyorlar. Tam biz ayrılırken Ogün'ün annesi hazırlıyordu, kavrulmuş bademler içinde, ama henüz fırınlanmamış incirden ikram etti bize, nasıl lezzetli anlatamam. Datça'ya uğrayıp badem, fırınlanmış bademli incir, kurutulmuş domates alıp öyle çıktık yola ama aklımız Hayıtbükü'nde kaldı.

İzmir'li arkadaşlarımız Selimiye'yi öyle çok methetmişlerdi ki orayı görmeden İstanbul'a dönseydik bir başka tatili Selimiye üzerine planlayabilirdik. Bu duruma netlik kazandırmak ve tatil hayali kuracağımız zaman zihnimizde canlanacak resmi belirlemek için 2-3 günümüzü de Selimiye'ye ayırmak niyetiyle yola çıktık.

Datça-Marmaris yolunun Marmaris'e yakın bir yerinde Bozburun yol ayrımı var. Oradan sapınca önce Orhaniye, sonra Selimiye, sonra da Bozburun geliyor. O bölgede bitki örtüsü de Datça'dan çok farklı; daha sulak, daha verimli topraklar, daha yeşil, daha yüksek ağaçlar başlıyor. Güzel koyların kenarından, güzel manzaralı yamaçlardan geçip Selimiye'ye vardığımızda biraz hayal kırıklığına uğradık. Arkadaşımızın methettiği yer zaten deniz kıyısında değil -ama deniz kıyısında plajı var-, bir diğeri sevimsiz geldi; Selimiye'nin en meşhur iki tesisine baktığımızda karşımızda çim döşenmiş suni bir bahçe, İstanbullu tuzağı büyük renkli minderler, iskelenin üstünde şezlonglar ve döşeklerle karşılaştık. Deniz güzeldi Allah için, ama kaytan bıyıklı, göğsündeki plakada "servis müdürü" yazan bir adam bize doğru gelip "büyrün" deyince "biz biraz daha bakalım" deyip kaçtık. Odaların önündeki patikadan yola çıkarken bir de burnumuza tuvalet kokusu çarptı, adımlarımızı hızlandırarak arabaya kapağı attık.

Bir de Bozburun'u deneyelim dedik. Ben sandaletli seyyahın sitesinden Bozburun'daki Dolphin Pansiyon'un fotoğraflarını göstermiştim zaten Shrek'e. Selimiye'den 5 dk ilerideki Bozburun'a gelince coğrafya yine tamamen değişti. Bu kez de çıplak, boz renkli sarp kayalık dağların arasında sanki bir göl manzarası karşıladı bizi. Kayalar aynı eğimle denizin dibine doğru devam ettiği için daracık bir sahil yolunun önünde daracık ahşap setler, üstlerinde şezlonglar var; merdivenle lacivert bir denize iniliyor. Hayıtbükü gibi değil ama bu da başka güzel.


Odamızdan görünen manzara kolay kolay bulunacak cinsten değil. Böyle bir manzaraya karşı uyanmanın keyfi de bir başka... Otel sırtını dağa yaslamış, üstüste binmiş tek sıra odalardan oluşuyor, yukarı çıktıkça manzara daha da bir genişliyor, büyüyor, oda fiyatı da yavaş yavaş artıyor. Biz 2 numaralı odada kalmayı seçtik; kahvaltı dahil kişi başı 60 YTL. Ogün'de iki kişilik oda fiyatı 75 YTL'ydi ama buradaki oda çok daha iyi tabii.


Bu da Cipso... 7 sene önce Alman bir yatçı giderken Dolphin'e bırakmış. Çok cesur bir kediymiş, sokakta üç köpekle karşılaşsa köpekler yolunu değiştirirmiş. Çok asil, çok temizmiş. Balığı pişmiş değil, çiğ severmiş; hatta kendi avlarmış. Mürekkep balığını da çok severmiş; kıyıda bekler, bir pençeyle mürekkep balığını karaya atar, her taraf mürekkepten simsiyah olurmuş. Şimdi artık herhalde çok yaşlandı, ağzındaki yara bir türlü iyileşmiyormuş. Shrek ona homeopatik bir ilaç verdi; bugün daha iyi, dolaşmaya başlamış, yemeğini yemiş.

Dolphin'in sahipleri Yılmaz Bey ve eşi Hülya Hanım çok candan insanlar. Hülya Hanımın tavsiyesiyle "hemen bu tepenin arkası" diye tarif ettiği Söğüt'teki Denizkızı'na gittik. Hülya Hanım "Yemekleri çok güzeldir; herşeyi Muhammed Usta ve eşi hazırlıyor, kızıyla oğlu da servis yapıyor; mayolarınızı da alın, önü çakıldır, bir yüzüp çıkarsınız" demişti. Gerçi yol biraz daha uzundu, 20 dk'da gittik, ama 1 saat 20 dk olsa yine de değerdi...

Denizkızı, Söğüt'ün sahilinde bir restoran, üstünde odaları da var. Dar çakıl bir plajı, pırıl pırıl bir suya uzanan iki iskelesi var. Gittiğimizde saat 2.30 gibiydi; bugün de güzel bir öğle yemeği yiyelim, akşamı hafif geçiririz dedik. Buzdolabındaki zeytinyağlıların, mezelerin görüntülerinden belli ne kadar lezzetli oldukları. Şakşuka, kabak çiçeği dolması, ızgara ahtapot ve ızgara kalamar söyledik, balığa yer kalsın diye bu kadar yeter dedik. Herhalde hayatımda yediğim en lezzetli şakşukaydı. Diğerleri için de aynı şey geçerli. Domatesler bu kadar mı lezzetli olur... Porsiyonlar da çok büyük olunca balığa yer kalmadı. Temizlenmiş balığı iptal edemeyeceğimiz için akşam yemeğine de orada kalmaya karar verdik. İyiki de öyle yapmışız... Güneşi karşı kıyıda batırana kadar yüzdük ve fotoğraf çektik. Tatilimiz için mükemmel bir "son gün" oldu...

7.9.08

Datça

Hep Hayıtbükünde kalmadık, Datça'ya da indik tabii. Geç uyandığımız bir sabah, kasabaya inip hem kahvaltı edelim, hem de görmüş oluruz dedik.

Datça Eylül ayında bile hala çok sıcak. Beton yat limanı yanıyordu. Esas koya doğru köşeyi dönünce esmeye başladı da biraz ferahladık. Yine de çocuk parkında kaydırağın gölgesine sığınmış anne-kıza bakarak ne kadar sıcak olduğunu anlayabilirsiniz.

Öğle sıcağında keyifli tarafını göremeyeceğimizi anlayınca Eski Datça mahallesine gittik. Taş evler, duvarlarından fışkıran çiçekler, dar sokaklarla hoş bir yer ama orayı gezmek için de çok sıcak... Sıcaktan dilimiz dışarıda bir tur attık, canımız ev yapımı gerçek limonata çekti; biraz şehirli eli değmiş bir kafe görüp girdik, limonata sorduk, yokmuş; kola, icetea vs önerdiler ama biz az önce gördüğümüz köy kahvesine gidelim dedik. Ama baktım köşede Nihat Akkaraca'nın Datça'da Zaman adlı kitabı, bir sehpanın üstünden üstüste, belli ki satılık. Hemen aldım tabii, Datça'yı taze görmüş olarak çok daha zevkle okunacağına eminim. Köy kahvesinde limonata diye Tang gibi bir sıvı getirdiler ama olsun, Eski Datça turu sayesinde çok zevkle okuduğum bir kitapla karşılaşmış oldum.Eski Datça'dan sonra Reşadiye'ye girdik. Orası Datça'daki ilk yerleşimin olduğu yer. İskele mahallesi sonradan kurulmuş. Kahvaltı yaptığımız yerdeki genç kız bize Reşadiye'deki Mehmet Ağa Konağı'nı gezmemizi tavsiye etmişti. Reşadiye'nin içinde dolaşırken kocaman çınarlı, salıncaklı bir meydan gördük önce; Shrek bankta, ben salıncakta, biraz soluklandık.Aynı meydana bakan Mehmet Ali Ağa Konağı'nın kapısı her ne kadar "burası çok pahalı bir yer" diye bağırıyorduysa da girip soğuk bir şeyler içemeyecek de değiliz ya deyip girdik içeri. Burası 1800'lerin başında yapılmış eski bir konak; yakın zamanda satın alınıp restore edilmiş, otel ve restorant olarak işletiliyormuş. Burada uzun uzun anlatmayayım, merak edenler buradan okusun. Ben sadece kişisel gözlemlerimi aktarayım. Bahçe çok ama çok güzel; limonata az şekerli, hafif ekşi gerçek limonata; yanındaki kurabiye tarçınlı bademli, dışı incecik kıtır bir kabuk, içi yumuşacık; fiyatlar İstanbul'da lüks cafe-restaurant ayarı. Konaklama fiyatını sormadık bile...Kısa Datça turumuzu tamamlayıp kendimizi Hayıtbükü'ne bir atışımız var ki sormayın, sanki evimize döndük de bir oh! çektik; kendimizi denize zor attık.

5.9.08

Knidos

İki gün Hayıtbükü'nde deniz-güneş keyfi yaptıktan sonra çevreyi gezmeye çıktık. İlk durağımız olan Palamutbükü'nde kendimizi denize atıverdik. Burası daha geniş, tamamen Akdeniz'e açık, iri çakıl taşlı bir koy, daha hızlı derinleşen, daha çırpıntılı bir denizi var. Sahilin arkasından bir yol geçiyor, hemen arkasında da pansiyonlar, restoranlar, küçük marketler var.Kuruyup yola devam ettik. Tepeye çıkar çıkmaz Yakamengen tabelalı bir binaya rastladık. Yemeklerinin methini daha önce duyduğumuz için durup bir bakalım dedik, ama karşısındaki küçük bahçede oturan birkaç kişi oranın Haziran başında açıp Ağustos sonunda kapandığını söyledi. Biz de karşısındaki küçük dükkandan bal aldık. 4 tane 1 kiloluk çam balı -çünkü Shrek en çok çam balını sever-, bir küçük kavanoz da portakal çiçeği balı alıp yola devam ettik.

Yol gitgide daraldı, manzara gitgide güzelleşti.

En sonunda Knidos karşımıza çıktı. Hemen yanındaki incecik bir geçit, antik kenti burundaki tepeye bağlıyor. Bu geçidin kuzey tarafı Ege, güneyi Akdeniz. Ege tarafında daha korunaklı ikinci bir iç liman oluşturmuşlar. Okuduğuma göre eskiden kuzey tarafı askeri liman, güneyi ticari liman olarak kullanılıyormuş; şimdi güneyi turistik -hoş ne farkı var ki?

Eskiden çok heykeller varmış, şimdi sırf taşlar kalmış. Ogün'ün annesi öyle diyor. British Museum'daymış buradan gidenler... 5000 kişilik anfitiyatroyu kaldırıp götürememişler herhalde; onu götürseler de arkasındaki muhteşem manzarayı götüremezlerdi zaten. Buradan götürülen mermer blokların Dolmabahçe Sarayı'nın yapımında kullanıldığı söyleniyor. İnanması güç...


Japon turistler gibi sürekli suratımda fotoğraf makinasıyla dolaşmıyorum; sadece bloga onları koyuyorum. Geçerken gören birilerinin beni tanıyıp bütün hayatımı öğrenmesini istemiyorum ya ondan... Mahlas kullanan yazarlar gibi. Ama bir yandan da kendini ortaya koymak için dayanılmaz bir dürtü insanı dürtüyor olsa gerek; yoksa bu manzaranın "bensiz" versiyonu da var...

Knidos veya diğer adıyla Domuzboynu Feneri de hayalleri süsleyen muhteşem bir görüntü sunuyor. Deniz fenerleri romantik çağrışımlarını neye borçlu acaba? Denizcilere yol göstermelerinden mi, yoksa münzevi bir fenercinin orada yaşadığı düşüncesinden mi?

Antik kenti dolaşmayı bitirip boyundaki kafeterya-restorana gittiğimizde bir otobüs dolusu folklorik kıyafetli gence rastladık. Meğer 2.Datça-Knidos Halk Dansları Yarışması kapsamında gelmişler. Knidos'ta Yakutistan halk dansları izledik. Absürd değil mi?

4.9.08

Hayıtbükü

Hayıtbükü tam hayalimdeki gibi, kaldığımız yer de öyle. Ortam'da değil, Ogün'de kalıyoruz. Hayıtbükü'nün küçücük sahilinde topu topu üç tane pansiyon var zaten. Soldan sağa sırayla, Ogün, Ortam, Serenity... Hepsinin restorantları var, hepsi denize iki adım. Ogün'de kalıyoruz, çünkü Ortam'ın odaları öne bakmıyormuş (galiba taş evleri bakıyor), Serenity'de de yer yoktu. Ama isabet olmuş, çünkü diğerlerinin önündeki gölgede yayılma, internete bağlanma alanları biraz daha dar; buna karşın terasları var. Tercih meselesi...

Odanın penceresinden denize doğru bakınca aşağıdaki gibi görünüyor. Denizden sonra 6-7 metre genişliğinde bir kumsal, dar bir yol, arkasında bu gördüğünüz ağaçlı taş bahçe, hemen arkasında da odaların bulunduğu bina var. Şu anda da bir masaya yanyana oturduk, önümüzde laptoplar, ben bunları yazıyorum, Shrek çalışıyor.
Denize uzanan iskeleden kıyıya doğru bakınca da böyle görünüyor:

Küçük iskeleye yanaşan yatlar öğlen ve akşam yemeklerini burada yiyor. Yabancı gruplar çoğunlukta. Ogün ve kardeşi Semra'nın adamı kıskandıracak düzeyde İngiliz aksanlı İngilizcelerinin de payı var herhalde bu durumda.

Gece olduğunda kumsaldaki şezlonglar kenara toplanıp isteyenlere masa kuruyorlar. Biz iki akşamdır orada yiyoruz. Öncesinde Shrek günbatımı fotoğrafı çekmek üzere tripodunu kuruyor; sofra donanıncaya kadar bir dolu deneme yapıyor. Bir kısmında ben de ona modellik yapıyorum. Aşağıdaki onlardan birinin yarısı.

İşte böyle...

2.9.08

Cunda'da Poyraz

Pazar günü yola çıktık. Saat kurmadan kaçta uyanırsak o zaman, çünkü tatil yavaşlamak demek. Saatimi evde bıraktım. Cep telefonundan kurtulmak mümkün değil. Bilgisayarım ise tatilde oyuncağım.
Eskihisar-Topçular feribotu, Yalova-Bursa, Karacabey sapağına kadar araba yolu biliyor zaten, ama bu kez Shrek kullandı, ben bakındım. Yanda oturunca ne kadar farklı yollar... Yaklaşık 40 kez filan geçmişimdir o yoldan Erdek'e gidip gelirken, koskoca Uluabat gölünü bu kez fark ettim, daha önce hiç görmemişim! Karacabey'den hemen önce Balıkesir'e yol ayrıldı ve güzergah tanıdık olmaktan çıktı. Susurluk'ta yer değiştik, arabayı ben kullanmaya başladım. Edremit'e döndükten sonra yol daha dar, azıcık virajlı harika bir orman yoluna dönüştü, tam benim kullanmayı sevdiğim tarzda bir yol yani. hızlı gitmenin zaten pek mümkün olmadığı bir yol. Ayvalık'a sapana kadar da çok hoş bir yoldan gittik.
Ayvalık'a geldiğimizde arabayla sahilden bir tur attıktan sonra Cunda'ya geçtik. İkimizde en son 25 sene önce görmüşüz Cunda'yı. Ben hatırlamıyorum bile, Shrek ise çok değişmiş buldu haliyle. Sahilde bir otoparka bıraktık arabayı. Yürüyerek biraz dolaştık, birkaç otel ve pansiyona girip baktık, en sonunda sahildeki Ortur Restorant'ın üstündeki odalardan birini tuttuk. Diğerleri belki daha hoştu ama deniz gören balkonları yoktu. Diğerlerinden birinde kalmış olsaydık sabah Shrek uyurken balkonda oturup kitap okuyamaz, aşağıdaki fotoğrafı çekemezdim. Gördüğünüz gibi Cunda'ya sonbahar değil, neredeyse kış gelmiş gibiydi. Sert kuzey rüzgarları denizi kabartmış, rengini koyultmuştu. Akşam yemeğimizi de Ortur'da yedik. Diğerleri daha bir pırıltılı görünüyordu ama kaldığımız yerin restorantı olduğu için ona iltimas geçtik. Sabah kahvaltımız da pek havalı değildi, ev yapımı reçeller yoktu, ama ben zaten reçel yemiyorum, hatta ekmek de yemiyorum:) Cunda'nın meşhur Taş Kahve'si de hemen kaldığımız yerin yanıbaşındaydı, ikinci çayları orada içtik, fotoğraf çekerek tabii.
Biraz daha dolaştıktan sonra Ayvalık'a geçtik. Sokak aralarında fotoğraf çekerek dolaştık. Sizce de aşağıdaki ehliyet tabelasındaki kız Gilmore Kızları'nın Rory'si değil mi?
Meşhur Güler Tatlıhanesi'ni bulup lor tatlısı ve sakızlı kurabiyenin tadına bakmadan olmazdı. Bu deneyim uğruna karbonhidrat bile yerdim. Sahile çıkan yürüme yolu üzerinde Güler Tatlıhanesi tabelasını gördük, ama kapısında da Yeni Güler yazılı bir tabela vardı. Yoksa, bu da esas Güler'in yanında işi öğrenmiş, onun ününden yararlanmaya çalışan bir kopyacı mı? Öz Güler, En Hakiki Güler gibi bir durumla mı karşı karşıyayız? Bu şüpheyle bakınırken Shrek oradan geçen, efendi görüntülü yaşlıca bir çifti durdurup "Güler Tatlıcı'sını biliyor musunuz?" diye soruverdi. Onlar da birbirlerine bakıp, "bilmem ki, o nerede acaba? sen biliyor musun?" diye birbirlerine sordular, oysa hemen önünde duruyorduk. Sonra kadın 10m ilerdeki bir yeri işaret ederek "ben bir şey alacağım zaman İmren'e giderim, en iyisi oradadır" dedi. "Aa" dedik, "halbuki İstanbul'da bilineni Güler". Kadın "gazetede filan mı okudunuz?" diye sordu, "eh, öyle sayılır" dedik. Sonra da "madem öyle, biz de İmren'i deneyelim, onun hakkında yazarız" deyince "gazeteci misiniz?" diye sordu, "yok, internette artık herkes yazıyor" dedik ve İmren'e doğru ilerledik.
Lor tatlısı çok güzel, ama höşmerim dedikleri tatlı bence çok çok daha güzel. Tepsiye iki parmak kalınlığında dökülmüş, dilim dilim kesilerek servis yapılıyor. Susurluk'ta yediklerimden çok farklı, çok hafif, çok güzel. Sakızlı kurabiyeleri ise çay yanında daha sonra yemek üzere yanımıza aldık. Geçerken Güler'e de baktık; küçücük dükkan o kadar kalabalıktı ki zor yetişiyorlardı. Ben oradan da alalım, kıyaslarız dedim ama Shrek "istersen çift kör plasebo kontrollü klinik çalışma yapalım" diye dalga geçince vazgeçtim. Zaten karbonhidrat komasına girmezsem iyidir. Onun yerine fotoğraf turuna devam ettik.
Öğleyi biraz geçe Ayvalık turunu kesip İzmir'e doğru yola çıktık. Bergama'dan geçerken Akropol'e çıkmaya karar verdik. Shrek daha önce çok gelmiş ama ben geldiysem bile hatırlamayacak kadar küçüktüm herhalde. Onun dediğine göre bu kadar güzel bir zamanı kolay kolay bulunmazmış; hem güneşli, hem serin, hem kalabalık değil. Oysa ben hep böyle hatırlayacağım:) Burayı gezdikten sonra bir kez daha hayret ediyorum, Almanların koskoca Zeus Tapınağını kaldırıp Berlin'e götürmüş olmalarına, orada yeniden inşa edip Berlin'deki Pergamon Müzesi'nde sergiliyor oluşlarına şaşmamak mümkün mü? Bir yandan milliyetçi bir damarım kabarıp "nasıl yaparlar, burada olmalıydı" filan diyor ama öte yandan yüz yıl önce değerini bilip korumak, sergilemek istemişler, belki de hak ediyorlar diyorum içimden. En azından üstüne yazı yazıp ortasına tuvalet yapmıyorlar, Sümela gibi mahvetmiyorlar.