Cuma sabahı yollara düştük. Diyetteyim ya, yanımıza kahvaltı niyetine üstüne light labne sürülmüş birer dilim kepekli ekmek, yolluk olarak da domates ve salatalık aldım, ama daha köprünün üstündeyken acıkıp kucağımda kahvaltıya başladım bile. Anlaşıldığı üzere arabayı Shrek kullanıyordu. Onun için de Bolu dağında kahvaltı molası verdik. Gerede'de otobandan çıktıktan sonra direksiyona ben geçtim. Her taraf nasıl yeşil, nasıl güzel anlatamam. Yol boyunca masal köyleri vardı. Hani ilkokul öğrencilerinin ödev olarak yaptıkları köy resimleri vardır, güzel evler, ağaçlar, bahçede ördekler; o resimler gerçekmiş meğer...
Safranbolu'ya vardığımızda öğle vaktiydi. Yer ayırttığımız Ebrulu Konak iki binada toplam 25 odası bulunan, hoş bir konak. Önce tabelalarını izleyerek bulunduğu sokağın alt ucunu bulduk. Hatta tam o sırada boşalan bir park yeri için başka bir İstanbulluyla kavga ediyorduk ki otelle Bülent bizi almaya geldi, arabamıza binip bize, üç arabalık park yeri de olan üst girişi gösterdi. Odamız biraz küçüktü ama yanda gördüğünüz gibi, manzarasının yanında lafı bile olmaz. Detayları web sitesinden bakabilirsiniz. (http://www.ebrulukonak.com)
Çantalarımızı Ebrulu Konak'a bırakıp Amasra'ya doğru yola çıktık. Shrek daha önce Amasra'da yediği salatayı öve öve bitiremiyordu. Yine yeşilin her tonuyla çevrili yollardan gidip Amasra'ya vardık. Tepeden manzarası insanı büyülemeye yetiyor. Virajlı dar bir yoldan şehre indiğimizde, İstanbul ve Ankara'dan gelen 19 Mayıs turistleriyle dolu çarşıda bir tur attık. En eski ve en güzel olduğu rivayet edilen Canlı Balık lokantasında masa bekleyenlerin sokağa taştığını görünce şöhreti ikinci sırada gelen Çeşmi Cihan'a gittik. Her ikisi de Amasra'nın iki koyundan birine bakan, deniz manzaralı hoş yerler gerçekten de. Açlıktan önce salataya saldırdık, balık geldiğinde doymaya yüz tutmuştum bile. Balık olarak da karışık hamsi-mezgit söyledik. Başka seçeneğim olmadığı için tava balığa razı oldum. (Pek "light" bir menü olmadı yani.) O kadar müşteriye başka türlü yetişemezlerdi zaten. Hemen yanımızdaki masada bir baba-oğul vardı. 10 yaşlarındaki çocuğun koca balık tabağını iştahla silip süpürdüğünü, üstüne de revani yediğini görünce, iki gıpta ettik doğrusu. İstanbul çocukları mı iştahsız oluyor acaba, yoksa bize mi öyle rastladı? Çocuğun iştahı Shrek'i de ayarttı, bizimki bir revaniyi götürdü...
Akşamüstü Bartın'a gidip denizaltı üssünü gördük. Kayaların içine oyulmuş kapısıyla sanki bir James Bond filmi seti. Fotoğraf çekmeye kalkışmadık tabii. Oradan tekrar Amasra'ya döndük. Niyetimiz güneşin batışını seyretmek (ve fotoğrafını çekmekti), ama baktık ki çok geç olacak, üstelik geçtiğimiz yollardan karanlıkta geri gitmek zor olacak, günbatımını beklemeden Safranbolu'ya döndük.
Cumartesi kahvaltıdan sonra (domates-salatalık-haşlanmış yumurta), önce çevrede küçük bir yürüyüş yaptık, sonra Bülent'in tavsiyesiyle kanyona gittik. Kanyona varmadan hemen önce yine bir masal köyünden geçiliyor. Kıvrımlı yolu takip ettiğinizde ise kendinizi doğanın en ihtişamlı eserlerinden biriyle karşılaşıyorsunuz. Dimdik kayalarla çevrili, baş döndüren bir derinliğin kıyısında durup kendinizi küçücük hissediyorsunuz.
Yol, İncekaya su kemerinde bitiyor. Bu kez insan elinden çıkmış mimari bir yapının ihtişamı ile karşılaşıyorsunuz. Yükseklik korkusu olanlara göre olmadığı kesin. Ben sadece uzaktan bakmakla yetindim. Bırakın kemerin üstünden karşıya geçmeyi, korkmasına rağmen fotoğraf çekmek uğruna karşıya geçen, yamacın dibine kadar giden Shrek'in arkasından bile bakamadım; ben havalara, otlara bakıp yakınımdaki insanların konuşmalarını dinledim, hatta annesi korkmasına rağmen babasıyla kemerin üstüne çıkmak üzere bir kıza çözülmüş ayakkabı bağlarını bağlamasını tembihledim.
Bir sonraki durağımız Yörük Köyü. Tipik Safranbolu evleriyle dolu köyün sokaklarında bol bol fotoğraf çektik. Bir ara baktım, ben fotoğraf çekerken Shrek bir amcayla sohbete başlamış. Evlerinin kapısındaki "kurşun dökülür" yazan bir levhanın peşinden içeri geçtik. Amcanın hanımı ikimize de kurşun döktü, dualar okudu; ikimize de sağlığımızın iyi, ama üstümüzde çok nazar olduğunu söyledi. Artık hayatımızda herşey rast gitmeye başlayacak, önümüzde yollar açılacak... Biz inanırsak olur zaten, değil mi?
Safranbolu'ya döndüğümüzde öğle saatini geçiyordu. Açlıktan bayılmak üzereyken Shrek beni daha önceden bildiği Kadıoğlu restoranına götürdü. Kenarlarda sedirler, ortada küçük tabureler ve sini masalarla dolu bir avlu hıncahınç insanlarla dolu; garsonlar masaların arasında vızır vızır. Kurşun işe yaradı galiba, biraz bekledikten sonra kenardaki sedirli masaların köşede yer alan, en güzeli boşaldı bizim için. Yine çok güzel bir salata, benim için kiremitte mantar, Shrek için Safranbolu bükmesi geldi. İçi ıspanaklı, çok hafif bir kapalı pideymiş. Bükmeden bir dilim, safranlı zerdeden de bir kaşık tadımlık aldım. Yine de her tarafta birbirinden cazip gözlemeciler, lokumcular varken bu kadarı bile büyük başarı; kendimle gurur duyuyorum.
Akşamüstünü çarşıda dolaşarak geçirdik. Demirciler loncasında Kazım ile tanıştık; bize kapı tokmaklarını ve anlamlarını anlattı. Konakların kapısında üç ayrı tokmak olurmuş; birinin sesi ince, hanım misafirler geldiğinde onu çalarlarmış ki kapıyı evin hanımlarından biri açsın. Bir diğeri kalın sesliymiş, gelen misafirin erkek olduğu anlaşılırmış. Bir diğeri de ailecek oturmaya gelenler içinmiş. Bazı tokmakların şeklinden de evsahibinin Ermeni veya Yahudi olduğu, bir çeşidinden de evde gelinlik çağında bekar kız olduğu anlaşılırmış. Hah dedim, ben yeni eve bundan alayım:)
Otele dönüştürülmüş Cinci Konağı'nda bir resim sergisi gezdik. Tabloların bir kısmı Safranbolu görüntüleri, bir kısmı da deniz altı görüntüleriydi. İlk fırsatta resim yapmaya başlamam gerektiğini bir kez daha anladım. Ukalalıktan vazgeçip takdir etmem için ne kadar zor olduğunu idrak etmem lazım herhalde.
Akşam yemeğini Ebrulu Konak'ta yedikten sonra tekrar dolaşmaya çıktık. Arasta çarşısındaki kahvede hiç yer yoktu. Yanından geçip diğer tarafından döndük ki tam önümüzdeki masada oturan anne-kız toparlanmaya başladı. "Kalkıyor musunuz?" diye sorduk, sinirli bir şekilde "evet, çünkü iki saattir bekliyoruz, çayımız hala gelmedi" deyip gittiler. Biz yerlerine oturduktan iki dakika sonra elinde tepsi, üstünde demlik ve iki çay bardağıyla garson belirdi ve çevresine bakınmaya başladı. "Bizden önce oturanları arıyorsanız, yerlerini bize bıraktılar, çaylarını da bize bırakabilirsiniz" dedik. Bu kurşun döktürme gerçekten de işe yarıyor galiba:))
Pazar günü kahvaltıdan sonra bir kez daha kanyona uğradık, Shrek bu kez güneşli havada fotoğraflarını çekti; sonra da dönüş yoluna koyulduk. 4,5 saatte gittiğimiz yerden nasıl olup da 3 saatte döndüğümüzü hala anlayamadım ama 12'de benim evdeydik. Kalan iki koliyi de toplayıp giysileri eski çarşaflara sararak denk yaptık ve yorgun argın Shrek'in evine geçtik. 40 yaşından sonra yol yormaya başlıyor demek insanı. Dayanamayıp akşamüstü kısa bir şekerleme yapınca da gece oturup blog güncelleyebiliyor insan:) Ama daha geçe kalmasam iyi olacak; yarın günübirlik bir iş seyahati için Antalya'ya gidiyorum. Uçağım 8.25'te olduğuna göre 7'de evden çıkmam lazım. Saati 6.30'a kurup yatmam lazım...
Safranbolu'ya vardığımızda öğle vaktiydi. Yer ayırttığımız Ebrulu Konak iki binada toplam 25 odası bulunan, hoş bir konak. Önce tabelalarını izleyerek bulunduğu sokağın alt ucunu bulduk. Hatta tam o sırada boşalan bir park yeri için başka bir İstanbulluyla kavga ediyorduk ki otelle Bülent bizi almaya geldi, arabamıza binip bize, üç arabalık park yeri de olan üst girişi gösterdi. Odamız biraz küçüktü ama yanda gördüğünüz gibi, manzarasının yanında lafı bile olmaz. Detayları web sitesinden bakabilirsiniz. (http://www.ebrulukonak.com)
Çantalarımızı Ebrulu Konak'a bırakıp Amasra'ya doğru yola çıktık. Shrek daha önce Amasra'da yediği salatayı öve öve bitiremiyordu. Yine yeşilin her tonuyla çevrili yollardan gidip Amasra'ya vardık. Tepeden manzarası insanı büyülemeye yetiyor. Virajlı dar bir yoldan şehre indiğimizde, İstanbul ve Ankara'dan gelen 19 Mayıs turistleriyle dolu çarşıda bir tur attık. En eski ve en güzel olduğu rivayet edilen Canlı Balık lokantasında masa bekleyenlerin sokağa taştığını görünce şöhreti ikinci sırada gelen Çeşmi Cihan'a gittik. Her ikisi de Amasra'nın iki koyundan birine bakan, deniz manzaralı hoş yerler gerçekten de. Açlıktan önce salataya saldırdık, balık geldiğinde doymaya yüz tutmuştum bile. Balık olarak da karışık hamsi-mezgit söyledik. Başka seçeneğim olmadığı için tava balığa razı oldum. (Pek "light" bir menü olmadı yani.) O kadar müşteriye başka türlü yetişemezlerdi zaten. Hemen yanımızdaki masada bir baba-oğul vardı. 10 yaşlarındaki çocuğun koca balık tabağını iştahla silip süpürdüğünü, üstüne de revani yediğini görünce, iki gıpta ettik doğrusu. İstanbul çocukları mı iştahsız oluyor acaba, yoksa bize mi öyle rastladı? Çocuğun iştahı Shrek'i de ayarttı, bizimki bir revaniyi götürdü...
Akşamüstü Bartın'a gidip denizaltı üssünü gördük. Kayaların içine oyulmuş kapısıyla sanki bir James Bond filmi seti. Fotoğraf çekmeye kalkışmadık tabii. Oradan tekrar Amasra'ya döndük. Niyetimiz güneşin batışını seyretmek (ve fotoğrafını çekmekti), ama baktık ki çok geç olacak, üstelik geçtiğimiz yollardan karanlıkta geri gitmek zor olacak, günbatımını beklemeden Safranbolu'ya döndük.
Cumartesi kahvaltıdan sonra (domates-salatalık-haşlanmış yumurta), önce çevrede küçük bir yürüyüş yaptık, sonra Bülent'in tavsiyesiyle kanyona gittik. Kanyona varmadan hemen önce yine bir masal köyünden geçiliyor. Kıvrımlı yolu takip ettiğinizde ise kendinizi doğanın en ihtişamlı eserlerinden biriyle karşılaşıyorsunuz. Dimdik kayalarla çevrili, baş döndüren bir derinliğin kıyısında durup kendinizi küçücük hissediyorsunuz.
Yol, İncekaya su kemerinde bitiyor. Bu kez insan elinden çıkmış mimari bir yapının ihtişamı ile karşılaşıyorsunuz. Yükseklik korkusu olanlara göre olmadığı kesin. Ben sadece uzaktan bakmakla yetindim. Bırakın kemerin üstünden karşıya geçmeyi, korkmasına rağmen fotoğraf çekmek uğruna karşıya geçen, yamacın dibine kadar giden Shrek'in arkasından bile bakamadım; ben havalara, otlara bakıp yakınımdaki insanların konuşmalarını dinledim, hatta annesi korkmasına rağmen babasıyla kemerin üstüne çıkmak üzere bir kıza çözülmüş ayakkabı bağlarını bağlamasını tembihledim.
Bir sonraki durağımız Yörük Köyü. Tipik Safranbolu evleriyle dolu köyün sokaklarında bol bol fotoğraf çektik. Bir ara baktım, ben fotoğraf çekerken Shrek bir amcayla sohbete başlamış. Evlerinin kapısındaki "kurşun dökülür" yazan bir levhanın peşinden içeri geçtik. Amcanın hanımı ikimize de kurşun döktü, dualar okudu; ikimize de sağlığımızın iyi, ama üstümüzde çok nazar olduğunu söyledi. Artık hayatımızda herşey rast gitmeye başlayacak, önümüzde yollar açılacak... Biz inanırsak olur zaten, değil mi?
Safranbolu'ya döndüğümüzde öğle saatini geçiyordu. Açlıktan bayılmak üzereyken Shrek beni daha önceden bildiği Kadıoğlu restoranına götürdü. Kenarlarda sedirler, ortada küçük tabureler ve sini masalarla dolu bir avlu hıncahınç insanlarla dolu; garsonlar masaların arasında vızır vızır. Kurşun işe yaradı galiba, biraz bekledikten sonra kenardaki sedirli masaların köşede yer alan, en güzeli boşaldı bizim için. Yine çok güzel bir salata, benim için kiremitte mantar, Shrek için Safranbolu bükmesi geldi. İçi ıspanaklı, çok hafif bir kapalı pideymiş. Bükmeden bir dilim, safranlı zerdeden de bir kaşık tadımlık aldım. Yine de her tarafta birbirinden cazip gözlemeciler, lokumcular varken bu kadarı bile büyük başarı; kendimle gurur duyuyorum.
Akşamüstünü çarşıda dolaşarak geçirdik. Demirciler loncasında Kazım ile tanıştık; bize kapı tokmaklarını ve anlamlarını anlattı. Konakların kapısında üç ayrı tokmak olurmuş; birinin sesi ince, hanım misafirler geldiğinde onu çalarlarmış ki kapıyı evin hanımlarından biri açsın. Bir diğeri kalın sesliymiş, gelen misafirin erkek olduğu anlaşılırmış. Bir diğeri de ailecek oturmaya gelenler içinmiş. Bazı tokmakların şeklinden de evsahibinin Ermeni veya Yahudi olduğu, bir çeşidinden de evde gelinlik çağında bekar kız olduğu anlaşılırmış. Hah dedim, ben yeni eve bundan alayım:)
Otele dönüştürülmüş Cinci Konağı'nda bir resim sergisi gezdik. Tabloların bir kısmı Safranbolu görüntüleri, bir kısmı da deniz altı görüntüleriydi. İlk fırsatta resim yapmaya başlamam gerektiğini bir kez daha anladım. Ukalalıktan vazgeçip takdir etmem için ne kadar zor olduğunu idrak etmem lazım herhalde.
Akşam yemeğini Ebrulu Konak'ta yedikten sonra tekrar dolaşmaya çıktık. Arasta çarşısındaki kahvede hiç yer yoktu. Yanından geçip diğer tarafından döndük ki tam önümüzdeki masada oturan anne-kız toparlanmaya başladı. "Kalkıyor musunuz?" diye sorduk, sinirli bir şekilde "evet, çünkü iki saattir bekliyoruz, çayımız hala gelmedi" deyip gittiler. Biz yerlerine oturduktan iki dakika sonra elinde tepsi, üstünde demlik ve iki çay bardağıyla garson belirdi ve çevresine bakınmaya başladı. "Bizden önce oturanları arıyorsanız, yerlerini bize bıraktılar, çaylarını da bize bırakabilirsiniz" dedik. Bu kurşun döktürme gerçekten de işe yarıyor galiba:))
Pazar günü kahvaltıdan sonra bir kez daha kanyona uğradık, Shrek bu kez güneşli havada fotoğraflarını çekti; sonra da dönüş yoluna koyulduk. 4,5 saatte gittiğimiz yerden nasıl olup da 3 saatte döndüğümüzü hala anlayamadım ama 12'de benim evdeydik. Kalan iki koliyi de toplayıp giysileri eski çarşaflara sararak denk yaptık ve yorgun argın Shrek'in evine geçtik. 40 yaşından sonra yol yormaya başlıyor demek insanı. Dayanamayıp akşamüstü kısa bir şekerleme yapınca da gece oturup blog güncelleyebiliyor insan:) Ama daha geçe kalmasam iyi olacak; yarın günübirlik bir iş seyahati için Antalya'ya gidiyorum. Uçağım 8.25'te olduğuna göre 7'de evden çıkmam lazım. Saati 6.30'a kurup yatmam lazım...
1 yorum:
O kadar güzel anlatmışsınız ki, Safranbolu'ya hiç gitmememe rağmen sanki heryerini biliyor gibi oldum. En kısa zamanda gidip sizin rotanızı izleyerek hafta sonu tatili yapacağım.
Yorum Gönder