10.12.11

İyi Şeyler De Var

Tamam, o kadar da kötü değil herşey... Yazacak güzel şeyler de var. Belki dün gece haftanın yorgunluğu, duruşma stresi, hepsi üstüste geldi, dünya kapkaranlık göründü, ama gece Nemo'la bir film seyrettik, ben bir yandan (yıllar sonra yeniden) yün ördüm; sabah güneşli bir kış gününe uyandığımda, dünya o kadar da umutsuz bir yer değildi.

Mesela bir haftasonu gittiğimiz Yedigöllergezisi... Buuzzz gibiydi; her yer fotoğrafçı doluydu; bir çok şehirden fotoğraf kulüpleri tur düzenlemişlerdi. Ben de fotoğraf makinam yanımda dolaştım bütün gün ama benimkiler daha çok sonbaharda orman fonunda bizim gençler. Biri amerikan askeri (Süzmebal), diğeri alman askeri kılığında (Nemo), sabahtan akşama kadar oynadılar, konuştular, doğrusu çok eğlendiler. Aşağıda savaş oyunundan yorulmuş askerleri mola verirken görebilirsiniz:)


Sonra, Kasım başında AİHM'in kararı açıklandı; AİH sözleşmesinin 8.maddesi, yani aile ve özel hayata saygı ihlal kararı verilmiş. Şimdi 3 aylık itiraz süresi var. Türkiye itiraz ederse bir üst kurulda tartışılacak, yoksa kesinleşecek. Şubat başından itibaren Türkçeye de çevrilip yayınlanacak, internetten erişilebilir olacak yani. Benim adımı ve kızlık soyadımı google'layan biri şimdiye kadar sadece 5-6 yıl önce konuşmacı katıldığım bir seminere ve fb hesabıma rastlıyordu; artık AİHM kararına da ulaşıp bütün hikayenin özetini okuyacak. Ben eski soyadımı artık aradan silsem iyi olacak galiba... Öte yandan, birkaç sene önce, Mammut'la çıkmaya başlayan bir kız, sonradan beni bulup görüştüğümüzde, beni google'layıp iş ve eğitim düzeyimi farkedince "demek Mammut düzgün biri, bu kadınla onunla olduğuna göre" dediğini söylemişti. Ha ha, yeni sevgilileri adımı öğrenip de ararsa, artık AİHM kararında yazan olaylar silsilesini öğrenecek...

Şirketteki mail adresimi evlendikten sonra değiştirmediğim için hala beni eski soyadımla tanıyor çoğu insan; o yüzden de kartvizitimde iki soyadı da yazıyor. Kızlık soyadını tamamen bırakmanın bir yolu da iş değiştirmek aslında. Yeni bir şirkette, sadece şimdiki soyadımla tanır insanlar, zaten kimliğimde sadece o yazıyor, yeni bir dönem başlar. Zaten 16 yıl aynı şirkette çalıştıktan sonra iş değişikliği esaslı bir yenilik; sadece isim açısından değil, her açıdan yeni bir dönem anlamına gelir...

Fark ediyor musunuz, nedense, eskiyi geride bırakma, yeniye geçme teması tekrarlanıyor. İş, ev... Hayırdır... Ben öyle kolay kolay elindekinden vazgeçen bir karakter değilimdir, hep elimdekinin iyi yanlarını görür, gözden çıkaramam. Şimdi de, henüz, bir şeyi bırakmış, yeni ve başka bir işe/eve geçmiş değilim zaten, ama bir dilime dolamışlık var; evrene mesajlar gidip duruyor valla...

9.12.11

Yazmayalı çok oldu yine...

Öncelikle zamansızlık, yorgunluk... Ofiste üç projeyle uğraşıyorken beş yenisinin gelmesi... Her gün 10 saat işte kalıp, kafamı bile kaldırmadan çalışıp yine de yetişememek... Sabaha karşı kendimi uyanık ve zihnimde kendi kendime konuşurken bulup sanki hiç uyumamış gibi kalkmak...

Birkaç haftasonu bu yaşam tarzına mecbur olmamak, özgürlüğümü satın almak için evi satıp kredi borcunu kapattıktan sonra seveceğimiz bir ev arayarak geçti. Bir yandan şimdiki evimizi sevdiğim ve vazgeçmek istemediğimi daha da iyi anlamak, diğer yandan yaşam akıp gidiyor, sen evi değiştirmemek için inat ediyorsun diye kendime kızmak...

Mammut'un açtığı velayet davası devam ediyor. Bayramda Nemo babasına gitmek istemedi. Bayramdan hemen sonra pedagog görüşmesi vardı. Pedagog benimle, Nemo'yla ve anne-baba-çocuk üçlü konuştu. Nemo babasından çekindiğini, onun yanındayken eve ne zaman döneceğinden emin olamadığını, İstanbul'daki hayata alıştığını gayet güzel anlattı. Bu hafta duruşmada pedagog raporunu aldık. Bu kadar yanlı ve yanlışlarla dolu, nasıl babayı hafifletir, anneyi kötü gösteririm diye özellikle düşünülmüş de yazılmış bir rapor olabilir. Hakim rapora ilişkin yorumlarımızı sunmamız için iki hafta süre verdi. Bir sonraki duruşma 26 Ocakta. Hakim orada karar verecekmiş. Nemo da dahil tüm asillerin duruşmaya gelmesini istedi.

Bu konuda daha fazla yazmak istemiyorum.

Aslında, galiba yazmak istemiyorum...

7.10.11

En İyi Hikayeler

Nemo okul zamanı en geç 23'te yatma kuralına uyuyor. Aslında 22'de yatağa gidip kitap okuyacak, 23'te ışık kapanacak diye konuşmuştuk ama o zaten hemen hemen evdeki bütün zamanını yatakta, ama kucağında bilgisayarla geçirdiği için yatağa gitme olayı pek benim tasarladığım anlama gelmiyor. Sabah da 7'de kalkıp kahvaltı, 7.45'te evden çıkış, 8'de okul... plan buydu. Ama benim oğlum cep telefonunun alarmını sabah 6'ya kurup, ben uyanmayayım diye sessiz ve titreşimde tabii, kalkıp ya yine bilgisayarında film seyrediyor, ya da yazmaya başladığı hikayesine devam ediyor. Bir web sitesi bulmuş, orada yayınlayacakmış...

Tam hikayeyi bitirdi, 6 bölüm birden, siteye yükleyemediğini fark etti. Ben de "dur sana bir blog açalım, orada yayınlarsın, hem seni google'dan bulurlar, okurların olur, yorum bırakırlar" dedim. "Tamam, ama negatif yorumlar da bırakabilirler, biliyorsun ben alınırım o zaman" dedi. Ben de "olsun, onlara aldırmamayı da öğrenmiş olursun" dedim.

Dün akşam açtık, birinci bölümü ben yayınladım, sonrakileri kendi başına yaptı. Daha fotoğraf koymayı göstermedim, birazdan...

Baktım bugün Süzmebal'ı aramış, "bir kişi bile kaydolmamış" diye şikayet ediyor, dedim burada duyurayım, gören, Nemo'yu sevindirmek isteyen, onun bloguna izleyici olan olur belki.

Okursanız da noktalama işaret, imla filan aramayacaksınız ama, ona göre. Ayrı de'leri bitişik görünce normalde tüylerim diken diken olur, ama insanın kendi yavrusu olunca akan sular duruyor...

Küfürleri, Nazi hayranlığını ayıplamak da yok... Hepsi geçecek.

http://www.eniyihikayeler.blogspot.com/

26.7.11

Temmuzdan Bu Yana

Temmuz sonunda bir gün "Midilli'de 5 gün tatil yapıp döndük. Ayvalık'tan feribotla 1,5 saat. Cuma gecesi Ayvalık'ta kalıp Cumartesi sabah 9:00'da kalkan feribotla gittik; bir de 18:00 var. Aynı saatlerde de Midilli'den kalkıp Ayvalık'a gelen birer feribot var. Adam başı gidiş-dönüş 35 Euro." deyip kalkmışım yazının başından, kalkış o kalkış...


Tüm detaylarıyla anlatırdım ama 2 ay sonra aklımda kalanlarla Midilli güzeldi; deniz serin, berrak; her plajda kabini ve duşuyla, kendi şeridinde araba park etmişse durup diğer şeridin boşalmasını bekleyen insanlarıyla, bir yerde müzik varsa kendi de açıp kafa ütülemeyen komşu restoranlarla medeni... Ne görüntü çirkinliği, ne gürültü kirliliği... Çeşit ve lezzet olaraksa epey zayıf.
İstanbul'a dönünce iş yoğunluğu da tüm şiddetiyle geri geldi. Bu arada, Nemo Temmuz boyunca babada ya, gittiğinden beri gizli gizli birkaç kez arayıp eve dönmeyi ister bir ruh halinde konuşunca moralim düzelmişti. Sonra yine bir aradığında, “anne, ben dün İstanbul’daydım, babamla mahkemeye gittik, hakim annenle mi, babanla mı kalmak istiyorsun” diye sordu dedi. ”Peki sen ne dedin?”. “Bu konuda konuşmak istemiyorum dedim.”... Tesadüf bu ya, aynı gün Tarabya muhtarı da bizim siteyi arayıp, bana gelen evrakların biriktiğini haber vermiş. Meğer bizimki Nisan’da dava açmış, postacı kapıya haber kağıdı bırakmadığı için tebligatlar muhtarda beklerken, Temmuz’da pedagog görüşmesi ve birinci celse yapılmış. Velayeti alması o saçmasapan iddialarla ve zırva sözde kanıtlarla mümkün değil ama Nemo da gidip “ben annemin yanında hayat nasıl diye merak ettim de orada yaşamak istedim, ama orada yalnız hissediyorum, annem kuralcı, Shrek benimle ilgilenmiyor, sosyal hayatımız yok, herkes evde kendi hayatını yaşıyor, arada sırada haftasonu hep beraber sinemaya gidiyoruz o kadar, tek başıma sokağa çıkamıyorum, trafikten sıkılıyorum, okul zor geliyor, bu mahkemelerden sıkıldım, istediğim zaman babamda, istediğim zaman annemde kalmak istiyorum” demiş. Geçmiş olaylardan habersiz pedagog da onun bu sözlerini “açıkça ifade edebildiğine göre anne ya da baba, diğer tarafla görüşmeyi kısıtlamamaktadır” diye yorumlamış. Tekrar bir yasal süreç başladı böylece, canım sıkkın.
Nemo Temmuz boyunca her aradığında “beni ne zaman alacaksın?” diye sorup durdu; hatta hemen gideyim diye ısrar etti; “bakalım, baban belki getirir” dediğimde “getirmez” dedi. 31 Temmuz pazar günü babasına sms atıp kaçta getireceğini sorduğumda "kamptan şimdi döndük, çok yorgunuz" gibi şeyler yazıp geçiştirdi. Pazartesi tekrar sorduğumda hiç cevap yok! Pazartesi bir yandan da Nemo'ya facebook'tan yazıştık. Bana babasının onu getirmemek için yalandan rapor aldığını yazıp "gel beni al" dedi. Benim icradan yazı çıkarmam bir gün, oraya gitmem ertesi gün, üstelik o sırada Bandırma'daki evdeler, Erdek'teki eve de geçebilirler; ben de "ben seni almaya gelirim ama senin babanı ikna etmen daha hızlı bir çözüm, orada da özlediğim şeyler var de, seni seviyorsa getirir" diye yazdım. Nemo'nun cevabı "sen yine de gel"...

Ertesi gün, Salı, Mammut'tan bir sms geldi, "ben rahatsızım, ya sen gel al, ya da biriyle göndereyim". Ben de "15.30 feribotuna bindir, ben karşılarım" diye yazdım; "ok" geldi. 17.30'da da hoplaya zıplaya Nemo geldi.

Meğer bizimki hesabından çıkmadan bilgisayarın başından kalkmış, babası da görmüş, bağırmış, kükremiş, küfretmiş, sonra da "git o zaman" demiş.

O zamandan beri görüşmüyorlar. Açtığı davanın bir duruşması daha oldu; orada ben de çocukla birlikte pedagog görüşmesi yapma talebinde bulundum. Karara göre 10 gün içinde pedagog randevusu almamız gerekiyor. Ertesi gün avukatım kaleme gidip baktığında görüyor ki, randevu çoktan alınmış, kalemdeki görevli kesinlikle değişemeyeceğini söylüyor. Tarih de 10 Kasım! Yani karara göre babasının Nemo'yla geçireceği Kurban Bayramı'nın ertesi günü. Yani bayram dönüşü Nemo'yu getirmeyip doğrudan oraya götürebilir! Böylece Temmuz'daki senaryo tekrarlanmış, babasından çekinen Nemo onunla yaşamak istediğini söyleyebilir! Ne kurnazlık değil mi? Elbette hakime başvurup tarihin erkene alınması için talepte bulunacağız. Bu arada neredeyse 2 aydır ses çıkarmayan baba, bir pedagog görüşmesi daha olacağını öğrenir öğrenmez Nemo'yu okulda ziyarete gitti (tesadüfen görüşemedi), facebook'tan iletişim kurmaya çalıştı, 1. veya 3. haftasonu olmamasına rağmen ısrarla "Nemo'yu kaçta alayım, bari telefonla görüşeyim" gibi mesajlar gönderdi (ama Nemo görüşmek istemedi). Ama Nemo'ya da söyledim, sonsuza dek kaçamaz, yüzleşmek ve ondan korkmadan, her ortamda gerçek duygularını söylemek zorunda. Bir kez daha pedagoga babasıyla kalmak istediğini söylerse benim yapabilecek bir şeyim kalmaz. "Orası daha kuralsız, daha rahat gibi görünüyor, ama özgürlüğün olmadıktan sonra ne kadar rahat edebilirsin ki?" de dedim.
Bunun dışında neler oldu derseniz, Nemo geldikten sonra 5 gün adada, 4 gün de Kaz Dağlarında tatil yaptık. Çocukların keyfi çok yerindeydi; ata bindiler, ok attılar, havalı tüfekle atış yaptılar, Mıhlıçay şelalesinde yüzdüler... ikisi de geçirdiğim en güzel tatildi diyerek döndü.

Sonra okul başladı... Nemo'yu bu sene derslerinde daha başarılı olması, özel derse ihtiyacı olmaması, eve hiç ödev kalmaması için okul çıkışında özel bir etüd merkezine gitmeye ikna ettim. Sabah 7:45'te evden çıkıyoruz; onu okuluna bırakıp işe gidiyorum; akşam 19:00'da işten çıkıp 19:30'da onu alıyorum. Yani ikimiz de 11 saat çalışıyoruz! Normalde 17.30'da paydos ediyoruz diye 18-19 arası bir spor salonuna giderim diye heveslendiydim ama işler daha da artıp hepsi acil olunca şimdilik eve gidip çalışacağıma ofiste kalıp çalışır hale geldim.

Akşam 20'de eve gelince yemek yapmak imkansız olduğundan haftasonlarını da yemek yaparak geçirmeye başladım. Cumartesi 4-5 gün idare edecek tencere yemeği, Pazar Nemo'nun yanına vermek için çay saati atıştırmalığı pişiyor evde. Akşamüstü etüde gittiğinde bir şeyler veriyorlar ama pek yetmiyormuş. Ben de ilk hafta marmelatlı mini ponçikler, geçen hafta peynirli poğaçalar verdim yanına. Şimdi de içeride soğanlı-zeytinli poğaça pişiyor. Daha okullar açılmadan önce Nemo'ya "marketten bisküvi, pastaneden poğaça filan alma sakın, ben sen her istediğinde evde pişireceğim" demiş, kakaolu bisküvilerle başlamıştım zaten. Hal böyleyken, bütün verdiği kiloları geri alan ben, olduğum yerde sayıyorum, hatta üstüne almış bile olabilirim. Her gün sabah-öğlen rejim yapıp akşam bozuyorum.

İki ayın özeti bu işte...

14.7.11

Sofia

Bugün Nemo aradı, telefon edilen bir yerden 5 TL'lik konuştuk, içim rahatladı. Erdek'teymiş, babası da oradaymış, her gün kendi giderken onu da spora götürüyormuş. Nemo geçen hafta koşmuş ama bu hafta kaytarıyormuş. Koşuyor bahanesiyle çıkıp beni arayarak vakit öldürüyor demek.. ama olsun, başka türlü de vakit öldürebilir. Karides, bulgur pilavı ve sucuk pişirmeyi öğrenmiş. Süzmebal'ı sordu; "ses seda yok" dedim "sen gelince gelecek o da herhalde" dedim. "Sen beni ne zaman alacaksın?" dedi. "Bu Pazar değil, ondan sonraki değil, bir sonraki Pazar babanın getirmesi lazım" dedim. "Getirmeyecek tabii" dedi. "Tamam, o zaman ben gelir alırım, yine konuşuruz zaten" dedim. Gitmeden önce istediği, ebay'den sipariş vertiğimiz Dr.Who wii oyununun geldiğini, anneannesinin Bodrum'daki evine gittiğini, Nemo dönünce ben de dönerim dediğini anlattım. Bir de Paris'e arkadaş bir bebek kedi geleceğini söyledim. "Berlin!" dedi. "Ama Berlin olmak için çok cici bir kız kedi bu, o yüzden bence adını Sofia koyalım" dedim. "Daha çok minik, annesinin yanında, Paris'le evde yalnız kalacak kadar büyüsün, ondan sonra alırız; sen gelince gider beraber severiz ama..."

İşte Sofia...

10.7.11

Temmuz: Baba yanında tatil ayı

1 Temmuz'da Nemo son günlerde evde sıkılmasının da arttırdığı bir hevesle babasına gitti. Süzmebal dedesiyle tatilinin 1 haftasına kıyamadı diye biz de tatilimizi iptal edince olacağı buydu... Nemo sürekli oradaki 2-3 arkadaşını özlüyor ve inatla burada arkadaş edinmiyor. Öte yandan, Hitler, Saddam, KuKluxKlan gibi figürlere merak duyuyor; muhtemelen zorba babayla baş etmek için kendini onlarla özdeşleştirme eğilimleri gösteriyor. 5 yaşında anneden koparılıp hiç tanımadığı bir ortama götürülen, sürekli annesinin onu terk ettiği, annesinin ne kadar kötü olduğu işlenen bir çocuğun ergenlik dönemi de kolay olmayacak elbette.
Bu arada, muhtemelen anlaşıldığı üzere, psikoloji kitapları okumaya başladım. Nemo döndüğünde bir psikolog yardımı almaya başlamamız onun ileriki yıllarında daha büyük sorunlar yaşamaması için kaçınılmaz. Ne kadar anlarsam o kadar yardımcı olabilirim umuduyla okumaya başladım ama ona kızmak veya davranışına üzülmek yerine anlayış göstermeye de yarayacak öğrendiklerim.
Çok canım sıkkın, çok...

24.6.11

Dilara'nın Konuğu


İzlemek isteyenler için yayın tarih ve saatleri, 25.06 Cumartesi 03:55 - 07:15 - 16:10 ve 27.06 Pazar 01:10 - 12:10. Bugün de 3 kez gösterildi ama saatleri geçti.
Internetten de (http://www.trt.net.tr/trtturk/canli.aspx ) izlenebiliyor.
Tabii TRT'de yayınlandığı için marka söylenmiyor ama isimden aratılınca basın bültenlerine ve Inlight'ın web sitesine ulaşılabilir.

22.6.11

Yazmayalı Ne Var Ne Yok





Çok ara verdim yine, başlaması gittikçe zorlaştı, ara açıldıkça, konular biriktikçe, ya da ben unuttukça daha da uzaklaştı, ama bir yerden, bir bahaneyle dönmek gerek...


Zaman geçince yaşananlar insanın aklında karman çorman kalıyor, herhalde yaptığı etkiyle doğru orantılı bir sırada aklına geliyor.

Mesela ilk aklıma gelen, Grupanya'dan aldığımız kuponlarla dördümüzün bir Pazar sabahı Galata Kulesi'ne kahvaltıya gidişimiz. Keşke hep tatil olsa, hiç iş, okul, ödev, görev olmasa, hep gezsek eğlensek, yesek içsek... Çocuklar da eğlendi, kulenin çevresinde dolaşıp söktükleri minik sıva parçalarını damlara attılar! Fotoğrafımızı çekerken Shrek fark etti ki Nemo artık benim boyumda! Hatta bir fotoğrafta o dik durmuş, ben onun omzuna elimi koyup hafif kaykılmışım, benden uzun görünüyor!!


Sonra bir başka aklıma gelen de, bir Cuma akşamı, Vatan Caddesi'ndeki Akdeniz Hatay Sofrasında (Historia AVM yanı) yediğimiz yemek. Çok farklı, çok lezzetli şeyler yedik. Shrek mecburi hizmetini Antakya'da yapmış, hem yemeklerini çok över, hem de burada karşımıza çıkan, Antakya işi olduğunu iddia eden yemekleri kolay kolay beğenmez. Buraya o da tam not verdi. Bakıyorum da, hep gezmeler, yeme içmeler geliyor aklıma nedense...


Bir Cumartesi Zeynep Tanbay'ın modern dans gösterisine gittik. O da pek hoştu. Ama sadece biz büyükler tabii, çocukları iki saatliğine Shrek'in kızkardeşine bıraktık. Biraz oflayıp pofladılar ama aslında iki kedili ve onlara pizza ısmarlanan bir evde geçen iki saat çok da sorun olmasa gerek.


Sonra, 18 Mayıs'ta annemin 80. doğumgününü kutladık. Ablamlar da geldi Strazburg'dan, Ayazpaşa Rus Lokantasında hep beraber bir yemek yedik. Oranın bizim aile için nostaljik bir değeri var; ablamla eniştem ilk çıktıkları gece orada yemek yemişler; biz annem ve babamla AKM'de konsere gidip öncesinde orada yediydik; ben lisede arkadaşlarımı oraya götürdüydüm ki hala hatırlayanlar var - o zamanlar öyle dışarıda pek yemek yenmezdi; üniversite yıllarında, hatta 1997'ye kadar arada gittiğimiz bir yerdi. Kaşar pane, borçş çorbası, tavuk kievski, palaçinka aklımda kalan spesiyalitelerinden. O gece Nemo çok huysuzdu. Ertesi gün, "Siz niye o kadar neşeyle kutladınız hiç anlamadım. Anneannem ölmeye bir yıl daha yaklaştı" dediğinde anlaşıldı nedeni...


19 Mayıs'ta yine hep beraber bir Beyoğlu gezisi yaptık, dondurma yedik, Hagopulos pasajında çay içtik, kitap aldık, kitapçının kedilerine baktık, sonra biz Nemo'yla ayrılıp sinemaya gittik. Pek hoştu...



İTÜ Elektronik'ten mezuniyetimin 20.yılı için yapılan törene gidip "meslekte 20.yıl" sertifikamı aldım; birkaç arkadaşı görmek, kampüste dolaşmak, hele de törende hoş bir konuşma yapan, herhalde 90'lık hocamız Hasan Önal'ı görmek de çok hoştu...



Sonra bir Pazar günü Feriköy Surp Vartanants Ermeni Kilisesinde bir düğüne gittik; neredeyse bir konser gibiydi. Yıllar önce bir Ermeni cenazesinde de aynı şeyi düşünmüştüm...





Güzel şeyler olmuş bu 1,5 ayda! Böyle sıralayınca anlıyor insan..



Nemo'nun karnesi ancak geçecek kadar, ama olsun, ben ona da razıyım..


Aslında önümüzdeki haftasonu dördümüz Bodrum'a gidip, 3o Haziran'da dönerken Shrek'le Süzmebal'ı İzmir'e bırakacaktık; onlar 3 gün Frig Vadisindeki bir fotomaratona katılacaklardı, Nemo da 1 Temmuz'da babasına gidecekti. Plan buydu ama Süzmebal fotoğraf gezisine katılmak istemeyip dedesinin Antalya'daki tatilini tercih edince bozuldu. Buralardayız yani...

Bir de, gece 12'yi geçtiğine göre, bugün benim doğumgünüm... Nemo'nun ifadesiyle bir yıl daha az artık önümdeki yıllar, ama bu yaşlar bunu düşünmek için çok erken hala; kutlayabiliriz:))

12.5.11

Maç bahane...

Nemo Pazar akşamı geldi. Daha doğrusu anneme bıraktırmış kendini. Ben almaya gittiğimde bir yandan montunu giyip bir yandan suratıma bakmadan "anneler günün kutlu olsun" dedi. Ben gidip sarıldım, ne kadar özlediğimi söyledim, sonra eve geldik; bir uzak durur havası var, Shrek'i gözlemler bir hali var bir de.. Pazartesi gene asık suratlı kalktı, hemen hemen hiç konuşmadan okula gitti. Akşam düzelmişti, daha bir normal konuşur oldu; Shrek buzluktaki mantıyı yaptı, azıcık dialog oldu, daha sos ister misin, yoğurt yeter mi, bir tabak daha ister misin vs. Salı akşamüstü, haftaya Çarşamba ablamların Fransa'dan geleceğini, hep beraber yemek yiyeceğimizi söyledim; "a babam Çarşamba maç dediydi, onu arayabilir miyim?" dedi. Biraz konuştuktan sonra "çarşamba maç var, babam okul çıkışı alıp maçtan sonra bıraksın mı?" diye sordu; ben de haftaya Çarşamba'yı kastediyor zannedip "olmaz, yemeğe gideceğiz ya" dedim. "peki ilk yarıyı seyredip sonra bıraksa olmaz mı?", "olmaz, ben seni okul çıkışı alacağım", "peki yarın okula Beşiktaş formasıyla gidebilir miyim?", "olur, zaten serbest kıyafet günü"...



Aradan biraz zaman geçti; "anneannemin doğumgünü ne zaman?" dedi, "haftaya Çarşamba"; "peki biye teyzemler yarın geliyor?", "yarın gelmiyor ki, haftaya geliyor", "o zaman yarın maça gidebilir miyim?", "hayır, çünkü tam üç haftadır babanlaydın, nezle raporu ile orada kaldın, ben çok üzüldüm, babanla kaç kez telefonda kavga ettik, şimdi hiçbir şey olmamış gibi haftaarası gitmene izin veremem"...


Çarşamba akşamüstü annem panik içinde telefon etti, Nemo servisten inip bir arabaya binmiş, annemin aklı çıkmış tabii, maç hikayesinden de haberi yok.. Yarım saat sonra Mammut sms attı "Ben Nemoylayım maçtan sonra eve bırakırım merak etme.." Zaten biz medeni şekilde ayrılmış bir anne-babayız, ben huysuzluk ediyorum, halbuki babasıyla maça gidecek, ne var bunda ? (*&$#!) Gece 23.30 gibi bıraktı gerçekten de. Nemo "Oley oley oley oley, şampiyon Beşiktaş" diye şarkı söyleyerek içeri girdi.


Nemo'yla konuşmuyoruz.


Ben çok üzülüp sinirlenince hastalanıyorum bir tek. Şimdi de boğazım şişer gibi, gözlerim yanıyor, burnumun içi kaşınıyor.. Oysa sağlam kalmam gerek. Haftasonu bir doğal ürünler fuarında standımız var. Üstelik Shrek de bir başka etkinlikte olacağı için onun asistanı ve cilt bakım uzmanı ile ben duracağım.


Inlight cilt bakım ürünlerini denemek, ücretsiz gerçek organik cilt bakımı yaptırmak, fuar indirimlerinden faydalanmak isteyenlere duyurulur...



7.5.11

Bursalı Çiçekler

İnanması zor ama Nemo hala gelmedi. Çarşamba günü faxta iki sayfa rapor buldum. Biri akut sinüzit tanımlanmamış teşhisiyle 5 günlük; ikincisi akut nazofarenjit (nezle) teşhisiyle verilmiş 12 günlük rapor. E hani tonsilitti?... Bandırma'daki doktorla konuştuğumda öyle demişti. Mammut da ASO değerleri yüksek demişti. Tonsilitte bu normal olduğu için ben de endişelenmemiştim.


(Streptolizin, "Hemolitik streptokok" adı verilen bakterilerin salgıladığı toksinin adıdır. Bu toksinin varlığını tespit için yapılan tetkike de kısaca ASO adı verilir. ASO, streptokok ile karşılaştıktan yaklaşık 1-3 hafta sonra yükselir. Bazen 6 ay hatta 1 yıl kadar yüksek kalabilir. Strepkokok iltihapları, ASO, romatizma gibi bazı Hemolitik Streptokok enfeksiyonlarında yükselir, bu açıdan teşhiste ASO değerleri önem taşır, eklem böbrek ya da kalp rahatsızlıkları yapabilir. Ancak ASO’nun yüksek oluşu bu hastalıkların var olduğunu göstermez. sadece streptokok bakterisinin vücuda girdiğini gösterir.-Wikipedia)


12 günlük rapor Cuma günü doldu. Nemo dedesini aramış, seni çok özledim demiş, Pazar günü görüşeceklermiş. 4 yıldır babasıyla görüşmeyen Mammut Nemo'ya bunları söyleterek babasına yanaşmaya çalışıyor belli ki. O yıllardır görüşmediği, Nemo'yu götürmediği gibi, Nemo bana bir kez bile onlardan bahsetmedi. Ne tesadüf ki babasının Mammut'u ofis olarak kullandığı dairesinden çıkartmak için mahkeme kararı aldırmasıyla aynı zamana denk geliyor bütün bu hikaye. Pazartesi onun süresi de doluyormuş, avukat kamyonu dayayıp eşyalarını sokağa atabiliyormuş. Bunları Mammut'un üvey annesinden öğrendim. Kadının Mammut'u "zararlı madde" diye tanımlaması aklıma bir önceki yazımın başlığını getirdi; onun bir toksik madde olduğu konusunda hemfikiriz. Babası da bunca olaydan sonra hala ona kanıp Nemo'yu kullanmasına izin verecekse pes...



Bu toksik maddenin enerjimi boşa harcatmasına izin vermemeye çalışıyorum, hem sağlığımı korumak, hem de Shrek'e destek olabilmek için. Geçtiğimiz hafta Bursa'lı bir arkadaşımız çalıştığı bir sosyal grubun hayır amaçlı kermesine davet etti bizi; biz de INLIGHT tanıtımı için bir masa kiraladık. Ben de bir gün izin kullanıp beraber gittim. Feribotla sabah gidip akşam döndük. Yavaş yavaş tanıyan insanlar artacak böylelikle... Feribottan kermesin bulunduğu yere giderken yol üstünde sıra sıra çiçekçiler vardı. Turuncu kadife çiçeklerini görünce masamıza yakışacağını düşünüp duruverdik. Birkaç tanesini bir saksıya diktiriyorduk ki, diğer sarı çiçeği görünce ona da bayıldım, kucağımda iki saksıyla çocuklar gibi şen devam ettim güne. Shrek'e de "Bak beni mutlu etmek ne kadar kolay!" diyordum bir yandan...




Sanırım web sitemizden satış, bu tip tanıtım etkinlikleri, hatta belki ev toplantılarında tanıtım ve satış bizimki gibi butik bir ürün için daha doğru; eczaneler yüksek cirolu firmaların yüksek karlı fabrikasyon ürünlerine, onların kampanyalarına, eczane gezen tanıtım ekiplerine alışmış, satmak için parmağını kıpırdatmıyor; reklamla, kampanyayla, satış ekibiyle sizin satmanızı bekliyor. Üstelik o sırada eczanede başka bir firmanın reprezantanı varsa, özellikle sizin ürününüzü soran birini kendi ürününü almaya ikna ediveriyor.






Kadın, güzellik, moda dergilerinin editörlerine de birer tanıtım yazısı ve broşür eşliğinde denemeleri için ürünlerden göndermiştik, beğenip yazacaklarını söyleyenler, daha çok bilgi veya fotoğraf isteyenler oldu:)


Anneler günü için bir kampanya yapmalıydık aslında ama geç kaldık. Ben bu tip günlere pek itibar etmediğim, ticari bulduğum için belki de. Oysa özellikle Çizgi Yumuşatıcı'nın sevindirmeyeceği bir anne düşünemiyorum. Hoş bence bizim hedef kitlemiz zaten annesine Anneler Günü diye değil, herhangi bir zamanda, onun daha güzel, daha sağlıklı olmasını isteyerek böyle bir hediye verecek insanlardan oluşuyor.

1.5.11

Ruhsal Toksin

"Boşver, sen okumasan da olur, nasıl olsa benim şirketim var, şirket senin olacak büyüyünce" diyormuş.
"Ben en azından makine mühendisiyim, evlenerek gitsem de, bitiremesem de sonuçta yurtdışında alternatif enerji kaynakları üzerine eğitim aldım; Türkiye'de kimse bilmiyorken güneş ve rüzgar enerjisinden anlıyordum; babamın dairesinde kira vermeden yıllarca ev-ofis yaşadım; ona rağmen doğru dürüst iş yapamadım; yeryüzünde bir çöpüm bile yok; babamı dolandırıp onun adına kredi aldım, borcu ona ödettim" demiyor tabii...

Yaşam enerjimizi, kötü beslenme, hava kirliliği ve kimyasal kozmetikler yoluyla vücudumuza aldığımız toksinleri bertaraf etmek için harcadığımız oranda vücudun kendi kendini onarma yeteneğini de boşa harcamış, buralarda tüketmiş oluyoruz ve hastalıklar ortaya çıkıyor. Aynı olgu benim hayatımda Mammut için geçerli. Yaşam enerjimi onun yarattığı toksik etkiyle başedebilmek için harcıyorum. Bu fiziksel değil ruhsal bir enerji olduğu için başa harcanması da hastalık şeklinde değil, depresif ruh hali, tatlı ve hamur işini fazla kaçırmak gibi şeylere yolaçıyor.

Bu arada bir hafta daha geçti. Nemo geçen Pazar arayıp "doktor bir hafta daha rapor verdi, ben burada dinlenmek istiyorum" demişti. Hangi ilaçları aldığını, gittiği doktorun adını filan sordum; Bandırma Devlet Hastanesi'ni arayıp o isimli doktora ulaştık. Tıbbi bilgileri doğru anlayıp üzerinde konuşabilsin diye Shrek aradı. Nemo tonsilit olmuş, yani bademcik enfeksiyonu. 10 günlük antibiotik tedavisi başlamışlar. "Babası istedi, ben de 10 günlük rapor verdim" demiş. Yani aslında rapor iki partide alınmış değil. Bir hesaplar peşinde ama ne? Nereye kadar?

22.4.11

Kim dedi ki hayatın adil olduğunu?

Yok, alışılmıyor; tam kanıksadım artık diyorsunuz, ya da artık yeni bir düzlemdeyiz deyip başka konularla uğraşmaya başlıyorsunuz, işte o sırada yeni bir saldırıyla karşılaştığınızda, bu seferki geçmiştekilerin yanında solda sıfır olsa bile, çok canınızı acıtabiliyor, ölmek isteyecek kadar çaresiz hissedebiliyorsunuz...
Nemo bir haftadır orada. Mammut'la birkaç kez konuştuk; tahlillerde bazı kan değerleri limit dışı çıkmış, benim işlerim yoğunmuş, başında duramazmışım, doktor başka bir tahlil daha istemiş, cuma sabahı aç karnına onları da yaptıracaklarmış, okul müdürü de aradığında söylemiş, öyle getirmemek gibi bir niyeti olamazmış zaten, ama şu dönemde mikrop yuvası bir okul ortamına girmesi doğru olmazmış. Nemo'nun burada mutlu olmadığı belliymiş, ona da "baba, ben biraz da orada yaşamanın nasıl olduğunu merak etmiştim ama hata etmişim" demiş, orada tabii serbest bir hayata alışmışmış, Erdek'te gidip berberde saçını kendi kestirip geliyormuş, Bandırma'da öğlen eve gidip, yemeğini yiyip, tekrar okula dönüyormuş, okulun kapısı açık dururmuş, burada ise okul hapishaneye benziyormuş, çocuk "baba okuldan kaçmak istiyorum" diyormuş. çok kilo aldığını, spor yapması gerektiğini bana söylemişmiş, ama ben bunu sağlayamıyormuşum, okul çıkışında o alıp baba-oğul spora gitsinlermiş, sonra bırakırmış. İstanbul'da çok izole, yalnız bir hayatı varmış, hatta Cuma günü aldığında Bandırma'ya geçeceklermiş, Nemo istemiş maça gitmeyi, kimler gelir demiş, şu gelir, bu gelir (orada isimler sayıyor) deyince hadi gidelim demiş.
Hastalığı 2 saatlik feribot yolculuğu yapamayacak kadar kötü mü yani? dedim, cevap yok; doktor raporunu göndermesini istedim, defalarca, nafile... Tamam gönderirim, fax numaran kaçtı?

19.4.11

Yesen de yemesen de

Ben bu işi anlamadım. Blogger hala yasaklı mı, değil mi?! Benim bilgisayarımın IP adresiyle oynayamadığım için (çünkü o bir şirket bilgisayarı) ben taaa o zamandan beri giremiyordum. Hoş hala da giremiyorum ama "bu siteye erişim ...." mesajıyla karşılaşmak yerine komple adrese bağlanamaz oldum. Sonra blogger'a girebiliyor muyum acaba diye denemek geldi aklıma, ve girebildiğimi gördüm, hatta bu satırları yazıyorum, ama bakalım yayınlayabilecek miyim...
Böyle uzun ara verince insan yazma alışkanlığını da kaybediyor. Bu arada neler olduğunu da hatırlamıyorum ki... Arayı boşverip ben şimdiyi anlatarak devam edeyim en iyisi. Ya da birkaç hafta öncesinden alayım... İki hafta önce Nemo'ların okulu ara tatil yaptı. Ara tatilin başladığı haftasonu babasında olan Nemo bir gün geç ve hasta şekilde geri geldi. Ateşi çıkmış, hastaneye gitmiş, iğne yapmışlar... Geldikten sonra da haftayı evde bilgisayarında dizi film seyrederek geçirdi. Burnu dolu ama onun ötesinde pek bir şeyi yoktu. Burun tıkanıklığı kronikleşti zaten, geniz eti olabilir. Tatil ödevlerini yapmasını hatırlattığımda bana "niye babama tatil olduğunu söylemedim ki" dedi. Söylese getirmeyecek, o da tatili orada ödev yapmadan geçirecek... Okulun açıldığı ilk gün babası okulda görmeye gitmiş. Beni aradı "bu çocuk hasta, böyle okula mı gönderilir" diye. "Ben alayım, bende dinlensin" diyor. "Yok" dedim, "hastaysa revire gider, doktor bakar, gereğini söylerler". Bir yarım saat sonra yine aradı "doktor istirahat verdi, ben annene bırakırım". "Yok" dedim, "ben gelir okuldan alırım". Gittiğimde müdürün yanında oturuyorlardı. Kapı izin kağıdını ve Nemo'yu alıp çıktım. Sonraki iki gün de okula gitmedi. Halsizlik ve burun akıntısı dışında da bir şeyi yoktu. Üstüste bir şehriyeli, bir sebzeli tavuk suyuna çorba yaptım. Perşembe tekrar okula başladı. Sonra Cuma akşamından babasına gitti. Bandırma'ya feribotla gidiyorlar, Nemo daha rahat ediyor diye sesimi çıkarmıyordum birkaç seferdir. Pazar akşamüstü telefon edip yine "ben hastayım" dedi. Halsizmiş, uyuyacakmış... Pazartesi akşamüstü yine aradı, doktora gittik, az daha sağır olacakmışım dedi. Doktor 5 gün rapor vermiş (doğruysa tabii), orada dinlenecekmiş, 2,5 saat feribotta yorulurmuş. Onun da işine geliyor okulu kırıp bütün hafta yatmak. Babası da telefonu alıp ne biçim ilgileniyorsun çocukla, ilaçlarını vermemişsin, insan bir kulak-burun-boğazcıya götürmez mi vs vs. diye esti yağdı. Halbuki Nemo'yla konuşurken hastasonu ne yaptığını sorduğumda bana maça gittiklerini söylemişti. Anlaşılan feribot diye Cumadan alıp iki gün önce iyileşmiş çocuğu Beşiktaş maçına götürmüş, şimdi beni suçluyor. İki gündür raporu gönder diye mesaj atıp duruyorum, yok dışarıdayım, yok asıl sen verdiğin ilaçların ismini gönder diye cevap veriyor... Çocuğu orada babaanneyle bırakıp İstanbul'a dönmediyse bana da Dory demesinler!

27.2.11

Yeni Bahane

Inlight hakkında ikinci yorumu Laçin yazdı:) İlk basın bülteni de
milliyet.com.tr'nin alışveriş sayfasında çıktı:)

Bu yazılar sayesinde ilgilenen, mail gönderenler oldu. Hava kötü diye haftasonunu evde geçirince, gelen mesajları hızlıca cevaplayabildim. Daha doğrusu, bütün haftasonu, yemek yapmak, Nemo'yla film seyretmek, İngilizce ödevine yardım etmek (kendisi istedi üstelik) ve mesajlara cevap vermek dışında hiçbir şey yapmadım desem yeridir. Hatta yemek konusunda biraz yaramazlık da yaptım; soğuk hava ve evden çıkmamak, Cumartesi günü Avusturya usulü bir Apfelstrudel, pazar günü ballı-çaylı-cevizli-yumurtasız kek olarak geri döndü. Evde yumurta kalmadı diye yumurtasız kek tarifi arayıp, tam yarısında evde yeterince un olmadığını farkedip markete gidip un almak zorunda kaldım, o ayrı... Yılbaşından beri sebze, salata ve meyvalarıma geri dönemedim zaten... Biraz da Şubat tatili sonrası eve dönen Nemo'nun babaanne yemeklerini övmesi neden oldu sanırım. İki haftadır akşam yemeklerinde pırasalı-ıspanaklı börek, köfteli makarna, tavuklu pilav, sabah kahvaltısında patatesli omlet gibi daha klasik, daha doyurucu, daha karbonhidratlı şeyler pişirmeye başladım. Kendime ayrı hazırlayacak kadar da enerjim olmayınca işin sonu kötü... Acilen toparlanıla!

Cuma günkü okul ziyaretinden anlatılacak çok bir şey yok, çünkü hep ben konuştum:)
Çağırılma nedenim ise Nemo'nun iki matematik saatini sınıf dışında geçirmesi, bu ortaya çıkıp da müdür sorduğunda babasıyla okul dışına çıktığını söylemesi, kameralardan kontrol edildiğinde ise öncesinde gerçekten de babasını onu okulda ziyaret ettiği, ama tek başına gittiğinin anlaşılması, biraz sıkıştırınca da Nemo'nun müdürden korktuğu için yalan söylediğinin ortaya çıkması...
Hepimiz bazen, hele de o yaşlarda, durumu kurtarmak için yalan söylemişizdir, gerçeği söylediğimizde olacaklardan korkumuza... O da deniyor işte, yalan söyleyerek tepkiyi azaltıp azaltamayacağını sınıyor.

Ben ondan birkaç yaş daha büyüktüm. Cuma günleri okul çıkışında konservatuara giderdim. Folklor kulübü de Cuma okul çıkışında toplanıp çalışırdı. Kulübe giremiyordum ama bari çalışmalarını seyredeyim diye kaç kez konservatuardaki dersimi kırıp onları seyrettiydim hatırlamıyorum. Anneme söylemiyordum tabii, bu onun için "pianoyu bırakıyorum" demekle eşdeğer olurdu. Yalanımın ortaya çıkıp çıkmadığını bile hatırlamıyorum; demek hiç iz bırakmamış, ya da ortaya çıkmamış ki bırakmamış.

Bu haftasonu ve geçen haftaki bir eğlencem de ortaokul-lise fotoğraflarını dijitale çevirip facebook'a koymak oldu. Zaten fb'daki arkadaşlarımın çoğunu da onlar oluşturuyor. Birkaçı varlığından bile haberdar olmadıkları gençlik fotoğraflarını görünce profil resmi yaptı. Hatta bir arkadaşım yeni soyadıyla etiketleyince 25 yıldır ne görüp ne duyduğum başka bir arkadaşı Amsterdam'da evli, çocuklu, üniversitede hocalık yapar durumda buldum.

Annemle bir piknikte voleybol oynarken çekilmiş bir fotoğrafı Nemo'ya gösterdiğimde "anne, sen o zamanlar zayıfmışsın" dedi. "E oğlum, o fotoğrafta 12 yaşındayım, yani seninle yaşıtım. Bak ayrıca ne kadar da uzunum, aynı senin gibi. Senin de niye bu kadar erken uzadığın belli işte" dedim. (Soldaki arkası dönük olan ben) Şimdi günümüz güzellik ölçütlerine göre benim bu yaşımda o zamanki bedenime dönmem mi gerekiyor yani? Ne kadar saçma ve sağlıksız olduğu buradan da belli. Ben o yüzden bir türlü o kilolarda kalamıyorum, verip verip geri alıyorum işte. (Bu da yeni bahane!)

22.2.11

İlk Yorum :)

Inlight hakkında Türk medyasında çıkan ilk yazı elbette bir blogda:) Seda kozmetik deneyimlerini yazan bir blogger; organik ürünleri seviyor. Inlight'ın yüz temizleyici ve toniğini de sevmiş; özellikle toniğe 10 puan vermiş. Yüz yağı hakkında yazacaklarını merakla bekliyorum.

İyi oldu, biraz konu dağıldı... Bugün okul müdürü aradı; rehber öğretmenle de konuştuk, Cuma sabahına randevulaştık. Sonra toptan anlatırım. Hazır keyfim yerine gelmişken bozmayayım...

19.2.11

Okul Düzeni

Nemo geçen Pazartesiden beri iki karış suratla dolaşıp ters ters cevaplar veriyordu; ancak Cuma günü düzeldi; ilk kez Cuma gecesi yatarken yanıma gelip öptü, iyi geceler dedi. Her baba yanından dönüşünde böyle oluyor zaten. Kimbilir neler diyor, nasıl dolduruyor... Hatta geçen Pazar kahvaltıda dedi ki "bir tek babaannemin yaptıkları beni akşama kadar tok tutar". Ben üstünde durmazdım ama Shrek kurcaladı "ne yapıyor mesela?" diye, tereyağında yumurta yapıyormuş. Sanki her sabah ona omlet yapan ben değilim... Shrek bu kez "peki en güzel lazanyayı kim yapıyor?" diye sordu; bizimkiler biraz düşündü, neden sonra Nemo "e annem, çünkü ben başka birinin yaptığını hiç yemedim" dedi. Kıyaslayamadığından yani...

Geçen hafta bir gün akşamüstü annemden aldığımda yine homur homurdu. "Nasıl geçti günün? neler yaptın?" dedim muhabbeten; "ne yaptıysam yaptım" dedi. Sonra da arabada uyudu, ya da uyuyor gibi yaptı, konuşmayayım diye. Ben de sesimi çıkarmadım. Markette durduğumuzda da pozunu bozmadı. Eve geldiğimizde birden uyandı, apartmana girerken "akşama evde ne yemek var?" diye sordu, ben de ters ters "ne varsa var" dedim. Bir an şaşaladı ama hemen "söz söyleyene aittir" dedi dayılanarak, ben de aynı kabadayı ifadeyle "yok yaa, öyle midir?" dedim. Sessizce eve girdik; "tanıdık geldi mi?" dedim. "Geldi" dedi. "Bak" dedim, "sen nasıl davranırsan sana da öyle karşılık verilir". Neyse, her şeyde bir hayır var; bu tip tavırlar insana kendine bakma enerjisi veriyor. Hemen mutfağa girip yemek yapmak yerine koşu bandında biraz yürüdüm. Az sonra "bilgisayarını alabilir miyim?" diye geldi sevimli sevimli. Herhangi bir ergende normal olan tavırlar babası yüzünden bana aşırı mı geliyor acaba?... Ya da, en ana kuzusu zamanları ayrı geçirdik diye aramızdaki bağın kuvvetinden şüphe duyuyor da olabilirim.

Benim de bir ahkam kesen, öğreten adam tarzım var doğrusu; çocuğa (babanın dalgacı tarzından sonra) fazla ciddi geliyor olabilir. Mesela bu hafta, şirkette çıkan öğlen yemeklerine kötü diyenlere laf edip durdum mesela. "Kötü demeyin, ben sevmiyorum deyin. Yemek nimettir. Her akşam eve gdip yemek pişirseydiniz değerini bilirdiniz vs." Ama gerçekten de ben akşam 18.30-19.00 gibi eve gidip 1 saat mutfakta kalıp, yemekti, sofrayı toplamaktı, mutfağı toplamaktı derken saatin 21.00'i bulmasından ciddi anlamda dertliyim. Öyle haftasonunda 5 çeşit yapıp buzluğa atamıyorum işte. O zaman bütün haftasonunu mutfakta geçirmem gerekiyor; üstelik benim yaptığım yemekler öyle önceden yapıp kaldırmalık değil. Ben taze taze yenince bir şeye benzeyen sebze yemekleri, salatalar yapmayı seviyorum. En fazla ertesi gün yenebilen türden. Hal böyle olunca yürümeye de vakit kalmıyor. Açıkçası bu aralar kendimi motive etmekte biraz zorlanıyorum.

Haftasonu Inlight için bir halkla ilişkiler uzmanıyla görüştük (hatta ürünleri denemeye geldiğinde blog arkadaşlarımdan sevgili Emre de tanıştı). Bilinirliğini arttırmak için basın bültenleri hazırlayıp dergilere, gazetelere göndermek, ropörtaj ayarlamak gibi çalışmaları olacak. Her kullanan çok memnun, bir daha başka marka kullanamam diyenler var, ama daha yaygın tanıtım yapmadan olmaz tabii, eş dost, onların tavsiye ettikleri, bir de benim sanal blog arkadaşlarımla sınırlı kalacak yoksa. Anladım ki eczane kanalıyla satış böyle butik bir ürüne pek uygun değil. İlaç tanıtımcılarının "reçete çevirme" dedikleri bir kavram kozmetik için de geçerli. Eczanelerde oranın elemanı görüntüsünde, ilaç veya kozmetik firması çalışanları bulunuyor. İşleri ürünlerini satmak ama bu arada elinde reçeteyle veya aklında belli bir ürünle gelen müşteriyi de kendi ürününü almaya ikna ediyorlar. Neyse, sonuçta aylık dergilerin Mart sayıları için geç olabilir, ama Nisan-Mayıs'ta Inlight hakkında ufak haberler görebiliriz artık:)

11.2.11

Çocuksuz Yarıyıl Tatili II

Boşuna değil, NLP ile çıkıp Secret ile devam eden öğretilerde ne dediğinize, seçtiğiniz sözcüklere dikkat edin diyorlar ya, belki de sandığımızdan daha da etkili. Yeni bir şeyler yazayım diye bloga girdiğimde geçen yazımın başlığı gözüme çarptı, Çocuksuz Yarıyıl Tatili... Mammut'un Nemo'yu bir hafta sonra getirmeyeceğini biliyordum da o mu dışarı yansıdı, yoksa ben bu başlığı koyarak sonuçta gerçek olmasına mı neden oldum? Neyse, sonuç olarak Nemo hala dönmedi, hiçbir haber de yok. Mammut mesajlarıma cevap vermiyor. Hadi Cumartesi getirmesi düşük bir ihtimaldi, ama Pazar olabilirdi. Hadi o da olmadı, 1-2 gün geciktirir insan; bir dolu da ödevi vardı, hepsi kaldı... Perşembe sabah toplantım yoktu; ben de gidip adliyeye şikayette bulundum. Bahaneyle geçen yaz tatilinde zamanında getirmediğindeki şikayetimin dosyasına baktım. Savcı dava açmıştı, ilk duruşması Aralık sonunda yapılmış; nüfus kayıtları gelmiş, velayet davasının dosyası istenmiş, maddi durum tespiti için Erdek'e talimat çıkmış; bir sonraki celse Temmuz'da.
Nemo evde olsaydı annem bize gelecek, ben işteyken ona eşlik edecekti; onlar evde olunca Süzmebal da muhtemelen gelecekti; biz akşamdan akşama da olsa çocuklu bir hafta geçirecektik; o da olamadı...
Başka da bir şey olmadı zaten. Ofiste iş, evde iş, iş, iş, iş...

6.2.11

Çocuksuz Yarıyıl Tatili

Yarıyıl tatilinin ilk haftası Nemo babasında, Süzmebal dedesiyle Uludağ’da, biz evde başbaşa geçirdik. Bir haftaya döneceklerini bilince hiç sorun değil, hatta akşamları ev müzik dinleyecek kadar sessiz olduğu için eski plakları bile ortaya çıkardık, kucakta laptop müzik dinleyerek çalıştık. Yalnız Shrek Perşembeden beri seyahatte. Nemo Pazar sabahı gittiğine göre Cumartesi akşamı gelmeliydi ama elbette gelmedi. Dünden beri gönderdiğim sms'ler de cevapsız. Şaşırdım mı? Hayır. Hafta ortası gibi tahmin ediyorum; benim yeterince kızdığım ve üzüldüğüme kanaat getirdiğinde veya Nemo "hadi artık ben gideyim ki evde ödevlerimi bitireyim" dediğinde belki...

Evde yalnız olmak tuhaf, nasıl bir his olduğunu unutmuşum. Gerçi Paris var ama yine de bu alışılmadık bir durum. Evde bekleyen olmayınca otomatikman işten daha geç çıkıyor insan. Daha önce kesin bahsetmişimdir, yalnız olunca salonda değil, tv karşısında oturuyorum bir de. Kucağımdaki laptopa rağmen tv'yi de görebilmek için karşısındaki kanapeye yan oturup ayaklarımı kanapeye uzatıyorum; o oda biraz daha soğuk olduğu için bacaklarımın üstüne bir battaniye alıyorum; Paris ayaklarımın üstüne yatıp uyukluyor. Aynen böyle...

Cuma gününden Cumartesi için bir arkadaşımla program yaptık. Güneşli bir Cumartesi günü Beyoğlu'nda bir takı sergisinde buluşmak, House Cafe'de oturup salata yemek ve sergi dolaşmaktan güzel bir program olamazdı. Gerçi sergi dolaşma kısmına zaman kalmadı, çünkü çok sık görüşemiyoruz ve buluştuğumuzda konuşacak o kadar çok şey oluyor ki başka şeylere zaman kalmıyor. Üstelik bu kez co-marketing olarak tanımlanabilecek bir projemiz de var. Bir dahaki sefere sergi gezmek üzere daha yakın zamanda buluşmak üzere ayrıldık.
Buluştuğumuz sergide kahve, sıcak çikolata, madlen ve draje çikolatalar ikram ediliyordu. İncecik olan sevgili arkadaşım kahveyi homeopatik tedavi gördüğü için, sıcak çikolatayı ise çok kalorili olduğu gerekçesiyle reddetti; sonra cafede salata ısmarladı, ve bana bir kez daha, ince ve zarif insanların, yediklerine dikkat ettikleri ve her fırsatta sağlıklı yiyecekleri seçtikleri için öyle olduklarını hatırlattı, yoksa çikolata, pizza yemelerine rağmen değil...
Bu aralar biraz kötü beslenip 2 kilo kadar geri aldığımı üzülerek itiraf ediyorum. Biliyorum ki bu yüzden kötü hissedersem daha da beter olur, sadece kendime sağlıklı yiyecekler hazırlamaya üşenmemem gerekiyor, çünkü o zaman tekne kendiliğinden doğru rotaya geri döner. Özellikle işe gitmeden önce kendime kahvaltı hazırlamak çok iyi geliyor.
Geçen hafta bu alışkanlığımın bozulmasına bir sebep daha var; o da yeni atanan genel müdürümüzün bir kadın olması. Yaptığımız işleri anlayana kadar ilk izlenimin dış görünüşe bağlı olarak oluşacağının farkında olduğumuz için yönetim kadrosundaki tüm kadınlar olabildiğince ciddi ve şık giyinmeye başladı. Bense zayıflayana kadar alışveriş yapmayıp eldekilerle idare etme kararında olduğum için biraz zorlanıyorum doğrusu. Dolabın karşısında veya giyinip soyunarak geçirdiğim zaman arttı; sağlıklı kahvaltılara zaman kalmadı. Paradoksal bir durum...
Geceleri okuduğum şeyleri paylaşmanın bir yolu olarak hepsini bir blogda toplamak gibi dahiyane bir fikrim var :-p İngilizce kaynaklardan doğal beslenme, yaşam tarzı, ilaç ve kozmetik sektörünün bize öğrettiği tüm yanlışlar gibi konuları, kısaca sağlıklı yaşama dair her şeyi okuyorum; bundan sonrakileri Türkçe bulunabilecek şekilde özetlersem hem ben, hem de bu konuları google'da arayanlar bulabilir diye düşündüm. Biliyorum, çok yeni bir fikir değil, ancak nasıl ve ne niyetle yapıldığı da önemli. Fikir tamam; şimdi en zor zor kısmına geldik, isim bulmak!

23.1.11

Babamdır Kalırım/ Kozmetik Dolabı Temizliği

Ben dünyaya yazılmış bir kaderle geldiğimize inanıyorum. Ya da içimizde yaşam çizgimizi belirleyen kodlarla... öyle olmalı, çünkü çok da fazla değişmiyor o çizgi, üç aşağı beş yukarı, yalnız olan hep yalnız, hüzünlü olan hep öyle, hep karşısına aynı duyguyu yaratan durumlar, insanlar çıkıyor sanki, üç aşağı beş yukarı... Neyse, neyse...
Gündüz kendi işim, akşam anne-ev kadını, gece Shrek'in işlerine yardım modelinde devam ediyor günlük hayat. Bana dory_bagdatcafe@yahoo.com adresimden yazıp, getirdiğimiz organik cilt bakım ürünleri ile ilgili soruları olan veya numune isteyenlerle yazıştım, hatta iki de sipariş geldi.
Gündüzlerim de aşırı yorucu geçtiği için beslenme düzenim biraz bozuldu; itiraf ediyorum ki sabah zor kalkıp, kendime kahvaltı hazırlama zamanımı ayılmaya çalışarak harcadığım, veya akşam yürümek yerine rölantide mutfağı topladığım günler oldu.
Nemo'ya üzüldüğüm günlerin ardından enerjim daha da düşük, sırtımda sanki yük taşımışım gibi bir ağrı ve tutukluk oluyor. Babasından geldiğinde iyice somurtuk, huysuz, sorumsuz oluyor; günler geçtikçe yavaş yavaş normale dönüyor; aradaki haftasonunu başbaşa geçirmişsek iyice düzeliyor; tam anne-oğul bağımız kuvvetlenmişken babasının haftasonu geliyor; haydi sil baştan... Geçen sefer Pazar akşamı eve bırakmak yerine Pazartesi okula bıraktı; bana da mesaj atıp "benden hiç ayrılmak istemiyor, yarın okula bırakacağım" dedi. Pazartesi akşamı Nemo'ya "gerçekten orada mı kalmak istedin?" diye sorduğumda homur homur "babamdır kalırım" dedi, iyi mi?... Ertesi gün, matematik sınavı öncesinde, haftasonu yapmadığı ödevi yapsın istedim (benzer sorular gelirse diye); birkaç soru yaptı bıraktı, ben kontrol edip hepsinin yanlış olduğunu görünce doğrularını göstermeme de izin vermedi. Şimdi anlatırken hafifleşiyor ama nasıl ağır geldiğini anneler anlar. Sonraki gün, kızgınlığım geçtikten sonra, oturup anlattım, insan çocuğunun iyiliğini istiyor, ama göz göre göre başarısız olup, zorluklar içinde geçireceği bir yaşama doğru gittiğini görünce çok üzülüyor vs. diye. Biraz yumuşadı sanki. Sonra da bir psp oyunu beğendi, ben de "yarınki sosyal sınavına çalışır ve 80'in üstünde bir not alırsan alırım" dedim. Rüşvet, müşvet... doğru şeyleri yaptığında yaşam da ona ödül verecek.
Pazartesi babası okula uğramış, özlemişmiş; cuma günü alacağını söylemiş. Ben Nemo'ya sordum, Cumadan gitmek istiyor musun diye; akışına bırakmak istiyorum dedi. "Senin isteğin neyse ona göre davranacağım, akışa bırakmak lafı burada kullanılmaz" dedim. "Yani" dedi, "kurala uyalım, Cumartesi gideyim". Cuma sabah onu okuldan alacağımı söyledim; "aa, ama ben serviste bir arkadaşımı göreceğim" dedi. "Bak, baban anneannenden almaya gelebilir, ona şimdi gelmek istemiyorum, yarın sabah alırsın diyebilecek misin?" dedim. "Hmm, o zaman sen erken gel, ben gelince gideriz" dedi, çünkü servis 16:00 gibi orada oluyor, babası ise son iki seferdir 17'ye doğru almaya geliyordu.
Ben anneme gittiğimde saat 16:05'ti. Nemo servisten inmiş, annem karşılamaya aşağı inmiş, o sırada Mammut belirmiş, Nemo'ya "sen çabuk arabaya bin" demiş, annemle biraz tartışmışlar, söylenenler hep aynı, yeni bir şey yok... Bana da mesaj attı, "Nemo'yu aldım, pazartesi okula bırakıcam" diye... "benimle uzlaşmadan, canının istediği zaman alamazsın" diye cevap yazdım. "Nemo gayet mutlu, sen canını sıkma" dedi bana...
Salona takla attırdım yine. Binaya mantolama yapılırken klimaları söküp sonra da sadece balkon içlerine veya demirlerine takılmasına izin vermişlerdi. Bizim klima da duvar değiştirip amfi ve diğer aletlerin durduğu duvara gitmişti. Her klima bir gün su akıtır... Biz de dolabı duvara yanaştırmadan açıkta bıraktık, sonra da kış geldi... Klima zamanı gelmeden kanapeyle müzik aletlerine duvar değiştirmek gerekiyordu, bir de müzik aletlerinin yeni duvarına toprak hattı çektirmek...
Banyo dolabındaki eskiden alınmış kozmetikleri temizledim. Zaten bir kısmının miyadı dolmuştu, ama dolmayanlar da "içindekiler"i okudukça çöpü boyladı.
Kötülemek değil niyetim ama petrolatum, yani petrol jölesi, yani vazelin, üretim prosesinden kaynaklı içindeki impüriteler nedeniyle bir süredir meme kanseriyle ilişkilendiriliyor; aynı adlı eski bir Amerikan kozmetik markası bütün billboardlarda...
Çoğu kozmetik üründe mineral yağ, yani parafin var. Parafin ucuzluğu nedeniyle yaygın kullanılan bir gözenek tıkayıcı. Bu özelliği nedeniyle de toksinlerin dışarıya atılamaması ve türlü cilt problemlerinin nedeni...
Her ikisinin de cilde hiçbir faydası yok; sadece cildin üstünü kaplayıp dokunduğunuzda yumuşak bir his veriyorlar.
Propylene Glycol da kozmetik ürünlerin donmasını engelleyen, kullanmadan önce çalkalamaya gerek duyulmamasını sağlayan madde. Kanserojen değil ama cildi kurutup erken yaşlanmasına neden oluyormuş.
Bunları okuya okuya makyaj da yapamaz oldum. En azından evdeki malzemelerle... Zaten hiçbir zaman fazla makyaj yapan biri olmadım, ama yaş 44, iyi görünmenin başarıyla ve güçle özdeşleştirildiği iş dünyasında bir yöneticiyim. Hadi artık cildim iyi, fondöten gerekmiyor, ama gözaltı kapatıcısı gerekiyor, ya da biraz pudra, ya da ruj... Bunlarsız da profesyonel bir imaj olmuyor ki! Ya internette biraz araştırma yapıp doğal maddelerden yapılmış birkaç bir şey alacağım, ya da... Ya da'sı yok.

9.1.11

Sağlıklı yaşam bir seçimdir

Nasıl insanın odaklandığı yeni bir alan olunca, aklını, ruhunu verdiği bir konu, yeni bir hobi, büyük bir merakla o konuda araştırmaya, okumaya başlar, internet denizinin uçsuz bucaksız sularında dolaşır, ben de o durumdayım. Yani değişen bir şey yok, ben kanapenin mutfağa yakın, Shrek pencereye yakın tarafında, laptoplar kucakta, Yo-yo Ma'nın Obrigado Brazil CD'si fonda, Paris koltuğunda, Nemo haftasonu için babasında... sadece konu yeni; sabahtan beri cilt sağlığı, kozmetik ürünler, kullananların yorumları, forumlar, organik ve doğal ürünlerin faydaları, kimyasal ürünlerin zararları, okuyup duruyorum.
Derinin geçirgenliği ilaç sektörü tarafından kullanılmaya başlandı; nikotin bantları, mide bulantısına karşı bantlar, hormon bantları gibi formlar piyasadayken cildimize sürdüğümüz petrol türevi maddelerin girmediğini düşünmek niye? Okudukça daha çok dehşete kapılıyorum. Birçok kadın cilt problemlerini saklamak, daha genç, daha sağlıklı görünmek için yüzlerce makyaj malzemesi deneyip aralarında tartışıyorlar, hangi fondöten daha iyi kapatıyor diye. Aslında cildin sağlıklıymış gibi görünmesi için sağlığını daha da bozuyorlar. Milyar dolarlık reklam kampanyalarıyla, cildin alt tabakalarına ulaşıp onaracak ürünler yerine üstünü aşındıracak ürünler, besleyecek ürünler yerine hücrelere ödem yaptırıp kırışıklar yokmuş gibi görünmesini sağlayacak ürünler özendiriliyor. Aslında şaşıracak bir şey yok; ilaç sektöründe bile gerçekten iyileştirmek yerine tansiyon düşürücü, ensülin düzenleyici haplara bağımlı bir yaşama ne yatırım yapıldığını düşünürsek, kadınların güzel görünme arzusundan beslenen bir sektörde sağlık odaklı bir yaklaşımı nasıl bekleyebiliriz ki?
Geçen gün şirkette öğle yemeği sırasında sağlıklı beslenme sohbeti açıldı. Arkadaşlardan biri organik yumurtanın fiyatı diğerinin iki katı diye almadığından bahsediyordu. Bir de yumurtayı pragnik alacaksın ama sonra en işlenmişinden beyaz un, beyaz şekerle karıştırıp kek yapacaksan ne anlamı var diyordu. Bu da bir bakış açısı tabii, ama ben daha çok, "zararlı şeylere ne kadar az maruz kalırsan o kadar iyi" görüşünü savunuyorum. Battı balık yan gider değil... O mantığa göre, nasıl olsa biküvilerden gofretlerden tamamen uzak tutma şansım yok, evde sebze pişirmek yerine, her akşam hamburger-patates kızartması yedireyim Nemo'ya; olur mu hiç?! Çiğ yiyeceklerin ne kadar daha faydalı olduklarını da biliyoruz artık, ama tamamen çiğ beslenemiyoruz. Yediklerimizin ne kadar fazlasını çiğ, vitamini, enzimleri canlı halde alabilirsek yanımıza kar; salata, meyve, taze sıkılmış sebze-meyve sularını ne kadar fazla hayatımıza sokabilirsek o kadar fayda.
Bunların herbiri bir seçim. Evden kendime brokoli-portakal-elma salatası hazırlayıp işe götürmezsem, ofiste bulacağım en sağlıklı seçenek bir sandviç olacaktır. Gün boyu çay-kahve içersem yeterince su içemem. Gliserinli el kremi kullanırsam sürdüğüm an ellerim yumuşacıktır ama ilk yıkadığımda yeniden haşır huşur olur; hücrelerimi gerçekten besleyen bir bitkisel yağ sürersem (tabii emeceği kadar az miktar) gün boyunca nemli ve yumuşak kalır. Hepsi bir seçim. Vazelin deyince sanki çok kötü bir şey değilmiş gibi, ama diğer adı petrolatum, yani petrol jölesi; böyle deyince farklı bir hissettiriyor, değil mi? Dudaklarınıza sürdüğünüz, fark etmeden yediğinizşeyin içinde petrolatum olmasını mı tercih edersiniz, yoksa balmumu mu?
Çiğ beslenmekten bahsetmişken, Naturel festivalinde çok eski bir arkadaşıma rastladım. Meğer birkaç ay önce Akmerkez'in foodcourt'unda bir yer açmışlar (http://www.maxgreen.co/), karı-koca çiğ ve/veya vejetaryen yiyecek-içecekler hazırlıyorlar. İlk uğradığımda GreenWisdom diye bir içecek denemiştim; kivi, elma, muz, ıspanak, pazı, kara lahana... yeşil, lezzetli, güzel kokulu bir şeydi. Bu haftasonu bu kez yeğenimle buluşup gittik. Bu kez de Red Star diye bir şey tattım; domates suyu, kereviz sapı, karabiber. Mükemmel bir lezzet. Sebzeli panini yedik bir de; o zaten güzel. Yanında birkaç çiğ badem, çiğ fındıkla sunuluyor. Kuruyemişin kavrulmuşu değil, çiğ olanı faydalıymış. Biliyor muydunuz? Aşağıdaki slogan onların web sitelerinden. Çok hoşuma gitti, üstelik "gıdalarınız" ve "cildinizin gıdası bakım ürünleriniz" de diyebiliriz; aynı fikirdeyim...

6.1.11

INLIGHT





Sonunda Inlight'ın web sitesini canlıya geçirebildik...
Artık rahat rahat bahsedebilirim; okuyup, duyup merak eden olursa girip siteden ürünler hakkında daha fazla bilgi alabilir, beğenirse satın alabilir...
Dışarıdan bakınca reklamını yapıyorum gibi görünecek tabii ama n'apalım? Naturel'de de aynı şey oldu; ben ürünleri anlatıp, ne kadar iyi olduklarını, bana ne kadar iyi geldiklerini anlatırken dinleyen hanımlar "satmaya çalışıyorsun, tabii öyle diyeceksin" ifadesiyle bakıyorlardı. Benim gibi her yaptığını çok ciddiye alan, inanmadığı, iyi bilmediği bir şeyi söyleyemeyen biri için çok zorlayıcı bir durum. Hatta herkes önce beni firmanın bir çalışanı olarak düşünüyordu; sonra ben tester'larını denediğimde rosacea'mın geçtiğini, cildimin normale döndüğünü, daha önce kırmızı benekli ve kabarık, alerjik bir haldeyken şimdiki haline kavuştuğunu, artık fondöten kullanmak zorunda olmadığımı, zaten ürünlerin ithalatına bu nedenle karar verdiğimizi anlatınca, o zamana kadar gözleri ürünlerin üzerinde olan hanımlar başlarını şöyle bir kaldırıp bana bakıyorlardı. Doğru mu söylüyorum, yoksa pazarlamacı ağzı mı diye tartıyorlardı sanki.
Rosacea belası 30'umdan sonra başladı; Nemo küçüktü o zaman. Alerji diye düşündüm önce, ama neye karşı olduğunu bulamadım. Annem o aralar bende kalıyordu; acaba ona karşı mı diye düşünmedim değil, ama sonraki dönemlerde de ataklar geçirdim. Benim cildim çok kuru ve ince, yanaklarım hep pembedir, kılcaldamarlarımın göründüğü yerler bile var. Rosacea atağı geçirdiğim dönemlerde yanaklarım pembeden kırmızıya dönüp sabah-öğle-akşam günde 3 kez nemlendirici krem sürmem gerekirdi. Ta ki gittiği bir homeopati kongresinde Shrek, aynı zamanda homeopatik ilaç üreticisi olan bu firmayla tanışıp %100 organik cilt bakım ürünlerinin tester'larını getirene dek... Geçen yaz başındaydı; dermatolog reçetesiyle her sabah nemlendirici yerine 50 faktör güneş kremi, her akşam gece kremi yerine içinde Metronidazol olan Rosa Krem diye bir şey sürüyordum. Düzenli antibiotik kullanıyordum yani! Arada denemek için bıraktığımda yanaklarım hemen kızarıp kabarmaya başlıyordu. Gelen numuneleri denemek için kızarmayı göze alıp sabah günlük yüz yağı, akşam da gece balsamı kullanmaya başladım. Bir hafta içinde cildim o güne kadarki en güzel halini aldı. O aralar çekilen fotoğraflarda yüzümün içten gelen bir ışığı vardı sanki. Valla abartmıyorum... Hatta şirkette birkaç hanım arkadaş ne yaptığımı, yeni bir cilt ürünü mü kullandığımı sordu!



Sonra İngiltere'deki üretici firma ile yazışmaya başladık; distribütörlük anlaşması, SağlıkBakanlığı'na bildirim, sipariş, ithalat, Naturel'de ilk tanıtım deneyimi derken işte sonunda online satış da başladı. Site dışında eczane satışı da olacak. Şimdilik İstanbul'da Akmerkez Eczanesi'nde, İzmir'de de Ege Park Eczanesi'nde ve Kıbrıs Şehitleri'ndeki Çağdaş Eczanesi'nde bulunuyor. Dermatologlara tanıtım yapıp denemeleri için ürün de bıraktık; her kullanan beğendi.


Çok alışık olmadığımız özellikleri var. Bir kere hepsi, zeytinyağı, susamyağı, jojoba, shea, hindistan cevizi gibi yağların içinde, gül, lavanta, kuşburnu, nergis gibi çiçeklerin bekletilmesi, faydaları yağlara geçtikten sonra soğuk preslenip süzülmeleri sonrasında, tek tek elde cam şişe ve kavanozlara doldurularak üretiliyorlar.



Bitkisel yağlar, cildin doğal salgısı olan sebuma çok benzediği için hücrelerin içine, cildin en alt katmanlarına erişip besleyici, onarıcı, yenileyici faydaları taşıyorlar. İçlerinde hiç katkı maddesi yok. Su bazlı ürünlerden alıştığımızın aksine çok az miktarlarda sürülmeleri gerekiyor; o yüzden de belki ucuz değil ama ekonomikler. Katkı maddesi olmamasına rağmen 2 yıl raf ömürleri var (açıldıktan sonra 6 ayda tüketilmeleri öneriliyor).


Sentetik maddelerle dolu kozmetik ürünlerin zararlarını başka bir zaman anlatırım...



2.1.11

Bolu'da Yılbaşı

Neye niyet, neye kısmet... Çocuklara değişiklik olsun, benim en az 3 saatte hazırlayacağım bir sofradan 15 dk.da yenip kalkılacak; çocuklar tv-wii-bilgisayar başında, biz yine elde laptop girmeyelim yılbaşına dedik ve bir gezi programı yaptık. Babası Süzmebal'a sordu, yılbaşında benimle misin, Bolu'ya gidelim mi, vs. O gelirim dedi, program yapıldı, iki çift arkadaşımız daha katıldı, Karacasu'da kendi banyosu olan iki odalı bir dublexe rezervasyon yapıldı. Bir hafta kala Süzmebal yılbaşına evde girmeye karar verdi. Tek başına sıkılır diye Nemo da anneannesinde kalmaya karar verdi. Kaldık mı bir başımıza... Öte yandan, her şeyde bir hayır var; onlar olsa ne biz böyle kafa dinlerdik, ne sıcak sularda uzun uzun banyo sefası yapardık, ne de uzun uzun sofra keyfi yapardık.
Yılbaşı gecesi oteldeki eğlence hoşumuza gitmedi; yemekler kötüydü; müzik vasattı; dağıttıkları şapka, maske, düdük paketleri açıldıktan sonra koca adamlar hep beraber düdük çalmaya başladılar ki biz kaçtık; yan dublexde toplanıp arkadaşlarla çay yaptık, sohbet ettik.Tam 2011'e girerken bahçeye çıktık ki, yeni yılda bol bol açık havada gezelim:)
Cumartesi Bolu'ya indik. Öyle soğuktu ki önce kendimize eldiven aldık, sonra da sıcak birşeyler içecek yer aramaya başladık. Az sonra benim gözüme tarihi bir binanın altında camekanlı bir yer çarptı. Yıldırım Beyazıt zamanından kalma bir hamam olan Kubbealtı'na rastlamışız meğer. Tarihçesiyle çok ilgilenmeden spesiyaliteleri olan yoğurtlu gözleme ve çayla ısındık. Hayatımda yediğim en güzel gözlemeydi; Bolu tarafına yolu düşenlere şiddetle tavsiye edilir.


Sıcak biryerden çıkınca hava yumuşamış gibi geliyor ama 30 sn sonra ayaz bacaklarımızdan ısırmaya başladı bile. Hızlı hızlı arabalara döndük, aynı hızla da otele... Bir saat banyoda kalıp sonra da pelte gibi uyumuşum.
Akşam yemeği için arkadaş tavsiyesiyle Yurdaer Otel'in restoranına gittik. Keşke yılbaşı akşamında da buraya gelseydik diye hayıflanarak çıktık. Burası Yurdaer Kalaycı'nın yaptığı resimlerle bezeli, Türk mutfağından derlediği yemek tarifleri ve uyguladığı muhteşem mutfağıyla çok özel bir otel. Menüyü görünce birer çeşit seçip onunla yetinmek istemedik, bize azar azar mümkün olduğunca çok çeşit tattırın dedik garsona. Ve ziyafet başladı...

Bunlar sadece bir kısmı...


Önce yoğurt ve soğan, beklerken atıştırmalık...


Vişneli yaprak dolma


Ördek sarma, ıspanak ve yoğurt eşliğinde



Yufkalı düğün bohçası (Yufkaya bohça gibi sarılıp, tavada kızartılmış dana eti, soğan, sarımsak, karabiber, dereotu, maydanoz, süt, yumurta)


Etli Borani (diri haşlanmış kabak, üstünde sarmısaklı yoğurt, kızu sote)


Degüstasyon kayısılı gerdan yahnisi, nohutlu işkembe yahnisi ve paça silkmesi ile devam etti ama bunlar benim yiyebileceklerim grubunda olmadıklarından tatmadım. Masadakihepsi birbirinden gurme beyler bayıldı.

Sonra sıra tatlılara geldi. Önce fırın sütlaç, ekmek kadayıfı ve pekmezde pişmiş karakabak tatlısı; sonra kaymak höşmerimi (alttaki). Kaymak, un ve yumurta yarım saat kısık ateşte kavruluyormuş. İlginçtir, bal biraz tadını bastırdı sanki, toz şeker daha çok yakıştı.


İnanılmaz, değil mi?

Grubun ortak görüşü: "Sırf burada yemek yemeğe İstanbul'dan kalkar geliriz"