11.12.08

Çarşaflı Yok, Başörtülü Anneanne Olur Mu?


Yatmadan önce bir blog turu atayım dedim, kedili mutfaklardaki şu yazıya takıldım.

İçimden dedim ki, üstelik benim dedem müezzindi, ama 50'lerin başında kızları, gelinleri japone kollu elbiseler giydiğinde "genç onlar, modaya uyacaklar elbette" dermiş. Kızlar oje sürmüş diye softa bir akraba laf edecek olmuş, "eskiden kına vardı, şimdi de oje var, ne olacak yani?" deyip susturmuş.

Hiç tanımadım, ben doğmadan ölmüş; benim babam da benim oğlum doğmadan ölmüştü. Nasıl şimdi ben her fırsatta iyiliğini, hoşsohbetliğini anlatıyorsam, bana da dedemi anlatırlardı.

Yukarıdaki fotoğrafta soldaki ak sakallı, benim nur yüzlü dedem.

Aşağıdaki fotoğrafta ise ayakta sağdan üçüncü babam, sağında annem, onun sağında küçük halam var. Diğer iki halam, büyük amcam ve eşi, küçük amcam, büyük halamın çocukları, Kireçburnu sırtlarında piknikteler. Büyük halanın kocası fotoğrafı çekiyor, o yüzden karede yok. Senelerden 1951 filan, annemler yeni evli.

Babaannemin fooğrafını bulamadım; bir tane olacaktı ama galiba annemde kaldı. Onun yerine bir de çarşafsız anneanne fotoğrafı koyayım. Başına yemeni gibi bir başörtüsü de almış ama belli ki saçları dağılmasın diye. Solundaki dedem; kollarını anneannemin ve komşu teyzenin omuzlarına atmış olan annem; öndeki çocuklar da iki dayım ve teyzem. Galiba bu da 1950-51 yıllarında çekilmiş.

Bayram Havası

Bir bayram tatili daha bitti bu akşam. Geçen Cuma Aralık ayının ilk haftasonu olduğu için Erdek'e gittim yine, bu kez rapor yok, kapı duvar. Kapıcının kapısını çalıp neredeler diye sorduk, "onlar okul yüzünden Bandırma'da ev tuttular, haftasonları geliyorlar sadece, geçen haftadan beri hiç gelmediler" dedi, tüm dedikleri de aynen tutanağa geçti.
Bayramın ilk günü Shrek'in annesine kahvaltıya gittik, Süzmebal'ı babaanneye götürmüş olduk bahaneyle; sonra da eve döndük. Bizde bayram ziyareti bu kadardı işte. Annemle telefonda bayramlaştık; ertesi gün Erdek'e gideceksek akşam haber vermek üzere anlaştık.
Tedbir kararına göre dini bayramların ikinci günü sabah 9'dan son günü saat 20'ye kadar da alma hakkım var ya, Pazartesi akşamı kapıcıya telefon ettim, akşam Mammut'u balkonda gördüğünü söyledi. Benim zaten Salı sabahı 7 feribotu için biletim hazırdı. Shrek ise, sabah 7 feribotuyla gitmek için 5.30'da kalkmam yerine akşamdan Bursa'daki arkadaşlarımıza gidip kalmayı önerdi. Onların oğluyla Süzmebal oynar, sabah ben 7.30'da çıkıp Erdek'e giderim, Nemoyu alamazsam onlara katılıp avunurum, alabilirsem de üç çocuk biraz oynar, sonra kalkar hep beraber döneriz diye program yaptık. Akşam akşam ani bir kararla yola düştük.
Arkadaşlarımız dediğim de aslında ailenin babası Shrek'in çocukluk arkadaşı, ama hem ona hem eşine benim de kanım kaynamıştı. Bir de 2 yaşında kızları var ki lokum... o bir armağan. Gittiğimizde lokum kız uyumuştu. Biz geç saate kadar sohbet ettik. Sabah herkes uyurken ben kalkıp yola çıktım. Evleri Bursa'nın çıkışında olduğu için 1 saat 10 dakikada vardım Erdek'e. Koyu gri bulutlar, arasıra serpiştiren yağmur eşliğinde bomboş yolda araba kullanmak hoşuma gitti. Kendi kendime, yine herşeye kendi başına yetecek kadar güçlüsün dedim. 9'da icra memuruyla hükümet konağında buluşacaktık. Biraz erken gittiğim için kıyıdaki çay bahçesinde bir çay içtim. Kapalı havada deniz kenarında olmayı nasıl da severim... 9'da buluştuk icra memuruyla; rehber öğretmen ve taksi şöförü de geldi. Evleri 2 dk mesafede zaten. Perdeleri açık görünce ümitlendim yine. İcra memuru kapıyı çaldı. Babaanne ve yanında tanımadığım bir kadın kapıyı açtılar. Babaanne "Nemo yok, babasıyla Erzincan'a gittiler, baba köyüne" dedi. İcra memuru "ne zman gittiler?" diye sordu. Babaanne lafı dolandırdı biraz, "gittiler, tam ne zaman bilmiyorum, bayramı orada geçirecekler" dedi. Tutanağı imzalatıp ayrıldık hemen. Ben zaten tam onların katına çıkmadım bile, birkaç basamak aşağıdan dinledim, sonra da döndüm yürüdüm.
Bu arada yeni bir haber var; 5 sene önce evimi paraladığında şikayet etmiştim, kanıt ve tanık ifadeleri yeterli görülmeyip beraat ettiydi, biz de temyiz ettiydik, karar bozulmuş! Yani hakim yeniden inceleyecek ve muhtemelen hüküm giyecek. Para cezasına çevrilecek ama olsun. Ne yaparsa yapsın yanına kar kalmaması bana yeter. İncinmiş adalet duygum biraz olsun tamir oldu sanki...
Aynı yoldan döndüm Bursa'ya. Bu kez biraz daha yağmurlu, azıcık daha trafikli bir yolda. 10.30'da vardım. Geç kalkıp beni kahvaltıya beklemişler. Bütün gün lokum kızla oynayarak, annesi ve babasıyla sohbet ederek geçti. Çocuklar birlikte oynamaya doyamayınca bir gece daha kaldık. Akşam Bademli'ye yemeğe gittik. Çocuklar oradaki oyun odasında kurtlarını döktü. Lokum kız da kucaktan kucağa dolaştı. Ben bu kadar sıcakkanlı, bu kadar kendi kendine mutlu bir çocuk görmedim.
Çarşamba öğlen eve döndük. Bayramın kalanı bir sonraki öğün için ne pişireceğimi düşünerek, sonra onu pişirerek, sonra yiyerek, aralarda film seyrederek geçti. Geçen haftasonu bayram tatili için zeytinyağlı lahana dolması, zeytinyağlı yerelması ve ayva tatlısı yapmıştım; onları destekleyecek ana yemekleri yapmak yeterli oldu böylece.
Süzmebal bizde olduğu ve yaşından beklenmeyecek kadar büyük işi aksiyon filmlerini sevdiği için seyrettiğimiz filmler Batman Kara Şövalye, Hulk filan oldu. Bu tip filmleri sevmem aslında ama Hulk o türün kaliteli bir örneği. Edward Norton, Liv Tyler ve William Hurt'un oynadıklarını görünce ümitlenmiştim zaten, boşa çıkmadı.
Başka da hiçbir şey yapmadım, evden bile çıkmadım.

30.11.08

Ekler Deneyleri

Kasım ayı bu sene 5 haftasonu çekiyor; bu da 5.haftasonu. Tedbir kararı her ayın 1. ve 3. haftasonlarında görüşme hakkı tanıdığı için haftaaşırı Erdek ritmi bozuldu. Cuma günü öğlen saat 13 gibi Mammut aramış, öğle yemeğine yemekhaneye indiğim cep telefonumu indirmediğim için yerime dönünce gördüm. Aklımdan herşeye rağmen önce Nemo'yu İstanbul'a getirdi de gel al mı diyecek acaba diye geçti. Aradım, beni aramışsın dedim. "Evet Dory, ama sen benden başka herkesi arıyorsun, bunlar yerine benimle konuşsan çok daha fazla yol alırdın" dedi. "Seninle çok konuştuk, bir şey değişmedi"- "Doktorları şikayet etmişsin, müdüre mektup yazmışsın, bunların Nemo'ya faydası olacağını mı zannediyorsun? " - "Bilemem, ama sen müdüre kim bilir neler anlattın ki o yazıyı verdi, ben de doğrusunu anlatmalıyım ki gerçekleri bilsin." - "Ben hiçbir zaman annesi Nemo'yu göremez demedim." - "Ne dediğin değil nasıl davrandığın önemli" ... Bundan sonra söylediklerini tam hatırlayamıyorum, sesi yükseldiği için ben de sesimi yükselttim, hemen sonra yan odalardan duyulacağını fark edip "iş yerindeyim, seninle daha fazla konuşamam" dedim. "İşin senin için Nemo'dan daha önemli demek" filan gibi bir şey diyordu ki "Hoşçakal" deyip kapattım. Ama belli ki müdüre yazdığım cevap etkisini göstermiş.

Yarım saat sonra Erdek'teki icra memuru telefonumu çaldırdı; geri aradım hemen. Babaanne 3 günlük faranjit raporu bırakmış! Tedbir kararını mı okumadılar, yoksa benimle dalga mı geçiyor, sen istediğin kadar doktorları şikayet et, bak ben nasıl rapor alırım mı diyor bilmiyorum.

Haftasonu evde, çoğunlukla mutfakta, kalan zamanda internette pasta ve süsleme araştırması yaparak geçti. Haftaya alabilirsem diye Nemo'nun doğumgünü pastası için fikir arıyorum hala. Bu arada da bir sürü denemek istediğim fikirle karşılaşıyorum tabii. Mesela ekler...

Shrek'in en sevdiği şeylerden biridir ekler. Pelit'in muzlu ekpasına bayılır. Ben de arasıra tariflerine rastlar, bir gün denemeliyim diye düşünürdüm, ama hiç kalkışmamıştım. Araştırmalarım sonucunda gördüm ki, hamurun hazırlanması herkes tarafından aynı şekilde tarif ediliyor, pişirme içinse birbirine zıt pekçok yöntem önerilmiş. İlk yaptığım partiyi küçük fırında pişirdiğim için üç tepsi tuttu, ikinci partiyi büyük fırında pişirdim, o da iki tepsi, tahmin edersiniz ki her birinde ayrı bir pişirme yöntemini denedim:)


Hamuru gerçekten de kolaymış. 250 ml su ile 90 gr tereyağ küçük bir tencerede kaynattım. Önceden elediğim 1 cup un, 2 tatlı kaşığı toz şeker ve yarım çay kaşığı tuzu birden içine katıp iyice karıştırdım; karıştıra karıştıra 2-3 dk daha ateşte tuttum. Ateşten alıp mikserle çırparak birkaç dakika soğuttuktan sonra teker teker dört yumurtayı içine kırıp karıştırdım (ilk partide el blenderi ile, ikinci partide mikserle). Yağlanmış yağlı kağıt veya silpat üstünde krema sıkacağıyla parmaklar, iki tatlı kaşığıyla cevizler yaptım. Bir tepsinin üstüne elimle 1-2 kaşık suyla hafif çırpılmış yumurta sarısı sürdüm, diğer tepsilerin üstünü ıslattığım parmaklarımla düzelttim.

Pişirme deneyleri ise şöyle:

1. tepsi: 220 dereceye ısıtılmış fırında 30 dk (bu partinin altları biraz yandı)

2. tepsi: 200 dereceye ısıtılmış fırında 20 dk, ısıyı 150 dereceye düşürüp 25 dk, fırını kapatıp kapağını açmadan 10 dk

3. tepsi (diğerlerinin pişmesini beklerken buzdolabına koymuştum): 200 dereceye ısıtılmış fırında 20 dk, ısıyı 150 dereceye düşürüp 20 dk, fırını kapatıp kapağını açmadan 15 dk

4. tepsi: 220 derecede 10 dk, 180 dereceye düşürüp aralık fırında 20 dk (ön kısımdakiler tamamen söndü)

5. tepsi: 180 derecede 20 dk, fırını kapatıp kapağını açmadan 10 dk

Sonuç: 2., 3. ve 5. tepsidekiler mükemmel kabarmakla birlikte 2. ve 3. daha yumuşak, 5. daha kıtır oldu.

Uzun olanları ikiye yarıp pastacı kreması ve muz koydum, üstlerine pudra şekeri serptim; top şeklinde olanların içine pastacı kremasını ince uçlu krema pompasıyla doldurdum. Geçen bayramdan kalan madlen çikolatalar da işe yaradı. Bitterlerin bir kısmını az tereyağı ile benmaride erittim, topları içine batırdım. Ben bu işi sevdim. Süzmebal da sevdi; Shrek bayıldı. Zaten hepsini bitirdiğimiz için ikinci partiyi (4. ve 5. tepsileri) Pazar akşamı yaptım, yarın işe götürüp iş arkadaşlarına hava atacak galiba:))

24.11.08

Strese Karşı Zebra Cheesecake

Ne yani, yeniden diyete başladım diye denemek istediğim yapmayacak mıyım? Pöh.. hiç de değil. Ben azıcık tadar, gerisini ikram ederim...
dedim ama sonuç pek öyle olmadı. İkram ettim etmesine, bir kısmını Shrek'in annesine kahvaltıya giderken götürdüm. Zaten ondan gelmiş boş kaplar vardı, boş gitmemiş oldular. Ama sonuçta Cuma-Cumartesi birer dilim cheesecake ben yedim:(
Lafı uzatmadan mutfak macerama geçeyim. Nemo bir dahaki gelişinde geçmiş doğumgününün partisini istedi. Pastan nasıl olsun diye sorduğumda ise sizler nasıl seviyorsunuz diye sordu. "Yok yok, bu senin doğumgünü partin, pastanın senin en seveceğin gibi olması lazım" dedim. "O zaman çikolatalı" dedi. Ben bir haftadır pasta tarifleri, krema çeşitleri, süsleme teknikleri okuyup duruyorum tabii. Pandispanyayı şekilli keserek mi yapsam (uzay gemisi vs), düz (yuvarlak veya dikdörtgen) yapıp üstüne resim mi çıkarsam (donmuş krema tekniğiyle mesela)? Bu arada Bionicle merakı had safhada. Belki Metru Nui kalesi şeklinde bir pasta, matoran alfabesiyle süslü kurabiyeler filan yapabilirim.
Ben pasta kitaplarımı karıştırırken Shrek gözucuyla bakıp “a, şu güzel bir şeye benziyor, yapsana” dedi. Gösterdiği kakaolu mermer cheesecake’ti. Ben tarife sadık kaldım, ama karıştırıp mermer görüntüsü vermek yerine zebra bıraktım.

Blog camiasında bunca usta varken tereciye tere satmak gibi olacak ama merak eden varsa diye ben yine de kısa bir tarif vereyim. 900 gr krem peynir (Trakya Çiftliği beyaz krem peynir kullandım), 200 gr toz şekerle çırpılıp teker teker 3 yumurta katıllıyor; çok fazla çırpılmıyor. Karışım ikiye bölünüp birine 75 ml sıcak suda eritilmiş 50 gr kakao, diğerine ise vanilya katılıp karıştırılıyor. 20 cm’lik kelepçeli kalıbın içine yağlı kağıt döşenip yağlanıyor. Dönüşümlü olarak her iki karışımdan birer kepçe kalıba yavaşça dökülüp bitene kadar devam ediliyor. Önceden 180 dereceye ısıtılmış fırında, yarısına gelecek kadar su dolu daha büyük bir kabın içinde 1,5 saat pişiriliyor. Telin üstünde soğutuldıktan sonra çevresinden bıçak geçirilip bir tabağa ters çıkarılıyor. 75 gr Burçak bisküvisi unufak edilerek üstüne serilip, sonra tekrar bir tabakla ters çeviriliyor. Bütün bu işlemler sırasında problem çıkmaması mucize gibi, değil mi? Tarifte en az 3 saat, tercihan 1 gece buzdolabında soğutun diyordu. Biz ertesi akşam yedik, ama bu meret durdukça güzelleşiyor, her yediğimizde daha güzeldi.

Peki stres nerede? İşte burada. Ben parti planları yapadurayım, öteki mahkeme dosyasına yeni bir dilekçe koymuş. Efendim, öncelikle annesi olarak görmek elbette benim hakkımmış, ancak kocamla aralarında derin husumet varmış; bu nedenle oğlumun kocamla bir araya gelmesi oğluma duygusal ve fiziksel zarar verirmiş. Ayrıca ekine okul müdüründen alınmış bir yazı koymuş; Cumartesi günleri etüdler ve seçmeli sosyal etkinlikler varmış; Nemo kendi isteğiyle binicilik seçmiş; ailesi bir yıllık etkinlik ücretini ödemiş; bu kurs ve etkinliklere katılmaması çocuğun başarısını olumsuz yönde etkileyecekmiş. Bunlar dikkate alınarak tedbir kararı, kocamla bir araya gelmeyecekleri ve etüd ve etkinliklerinden geri kalmayacağı şekilde düzenlensinmiş. Aaaagh!!#$&!!! Yok, kızgınlık duygumu yok edemiyorum işte! Hakimin bu zırvayı dikkate almaması gerekir, ama bu ülkede ona da güven olmuyor ki!

16.11.08

Kısacık da Olsa

Gecen hafta gitgide şiddetlenen grip Çarşamba işten erken cikip Perşembe günü de bütün gün uyuduğumda ancak biraz hafifledi. Cuma biraz daha iyi gibiydim. Yine de yola çıkmadan Erdek İcra'yı aradım, rapor getirip getirmediklerini sordum. İcra memuru da dışarılarda hacizdeymiş. Mammutu arayıp sormuş, "zahmet edip gelmesin, rapor getireceğim" demiş, veya kulaktan kulağa bu kadar geldi. Dosyada rapor olmadığına göre belki de beni atlatmaya çalışıyor diye düşünüp yola çıktım yine de. 15:15 Pekdik-Yalova, oradan da Erdek 2,5 saat, 18:30'da oradaydık. Annemle oturup sahilde birer kuzu şiş yedik. Sonra adliyede icra memuru ve rehber öğretmenle buluştuk, saat 20.00'de kapılarındaydık. Babaanne kapıyı açtı, Nemo arkadan göründü, yüzü aydınlanarak "Anne, aklıma da gelmişti çünkü rüyamda görmüştüm" dedi ve boynuma sarıldı. O içeri hazırlanmaya gitti, babaanne "yolda rahat etsin diye üstünde eşofman var, yarın dışarıda giymesi için de kıyafet hazırlamıştım, onlar vereyim mi?" dedi; baktım, kapının dibinde bir torba içinde birkaç giysi, yanında okul çantası hazır. "Cumartesi günleri dersaneye gidiyor, iki haftada bir de sınavları oluyor, geçen haftalarda o yüzden öyle oldu; bu sene biraz sıkı tutuyoruz, notları da çok iyi" gibi birşeyler dedi. Dinlerken gözlerinin içine baktım dosdoğru, cevap vermedim. İki yanlış bir doğru etmiyor hayatta. Çocuğun orada ve onunla olması yanlış, şimdi dersleri aksamasın diye annesiyle görüştürmemek de hepten yanlış!

Biz pür neşe yola düştük yine, ama bu kez 21.30 Bandırma-Yenikapı feribotuna bindiğimiz için rahat geldik. Annemi eve bıraktık. Bizim eve gidene kadar da ben Nemo'ya görüşmeyeli neler olduğunu anlattım, Shrek'le evlendiğimizi, artık onun da bizimle yaşadığını, Süzmebal'ın da haftasonları geldiğini bir bir anlattım. Biraz bozuldu. Ben de şu anda büyük bir değişiklikle karşı karşıya olduğunu ve nasıl olacağını bilmediği için endişelendiğini, ama onunla olan yaşamımızın bu durumdan etkilenmeyeceğini, bunu gördüğünde onun da hoşuna gideceğini, onun yine benim bir tanem olduğunu anlattım. Bana "tek bir şartla kabul ederim, o da ben istemediğim sürece kimsenin benim odama girmemesi" dedi; ben de "tamam, zaten bu her zaman ve herkes için geçerli" dedim. Yine de eve biraz tedirgin girdi; önce Suzmebal'ın odasına girip şöyle bir baktı, o uyumuştu bile; sonra kendi odasına gitti, "oh neyse, herşey bıraktığım gibi, odamı çok özlemişim" dedi. Odasında oyuncakları ortaya çıkardık birlikte. Sonra Shrek gelip biraz sohbet etti onunla, sinema odasını gösterdi. Projeksiyon perdesinin motorunun sesine Süzmebal da kalktı, merhabalaştılar, sabah oynarsınız dedik, tekrar uyumaya gitti. Biz Nemo'yla daha uzun süre oturduk, biraz oyun oynadık, biraz film seyrettik, yattığımızda 2:30 olmuştu.

Sabah 8:00'de kalkıverdi. Ben zaten bütün gece bir gözüm açık uyudum desem yeridir. Ben kahvaltı hazırlayana kadar Nemo'yla Süzmebal kaynaşmışlar, birlikte oynamaya başlamışlardı bile. Bütün gün de kah benimle oynayarak, kah onlar wii oynarken ben yanlarında oturarak, kah film seyrederek geçti. Bir ara İstinye Park'a gidip geçmiş doğumgünü-yılbaşı- karne hediyelerinde birini aldık. Shrek'in de Süzmebal'a pantolon alması gerekiyordu, onlar da o işi halletti. Sonra oturup fast food birşeyler yediler. Biz yalnızken bir ara Nemo hafif kinaye bir tonla"senin de artık iki çocuğun oldu, onunla da ilgilenirsin artık" dedi. "Yok" dedim, "onun kendi annesi var, ben onun sadece Dory ablasıyım. Aynı Shrek'in senin Shrek abin olması gibi. Sen benim bir tanecik sevgili oğlum, biricik aşkımsın."

Birlikte uzun zaman geçirebilsek bunun doğruluğunu hissedecek, ama şimdi sözlerin gerçekliği ne kadar olacak, bilemiyorum. Babasının bu durumu öğrenirse çok kızacağını düşünerek de endişelendi. Onun zaten bildiğini, bundan çekinmemesini söyledim ama babası sorarsa buradaki yaşamı hakkında mutlu, coşkulu konuşamayacağını biliyorum. Yazın gizli gizli beni aradığında babasının telefon faturasından fark ettiğini ve çok kızdığını da anlattı. Oldukça üstü kapalı geçti ama sonra yalnızken annem sıkıştırdığında, oda hapsi cezası verdiğini, ama en kötüsünün bağırması olduğunu anlatmış.
Pazar günü 14:00'te bırakmam geektiği için 10:00'da yola çıktık, anneanneyi alıp Pendik-Yalova, Bursa üstünden gittik yine. Daha önceki tedbir kararı Pazar akşamına kadar olduğu için öğleden sonraya kadar vaktimiz olurdu. Gerçi çok buruk, çok hüzünlü geçerdi ama yine de burada ve birlikte geçirdiğimiz zamandı işte. Bu kez Cumartesi akşamından "yarın ne yaparız?" diye sorduğunda "Hayatım, yarın sabah kalkınca yola çıkmamız gerekiyor, çünkü bu son mahkeme kararına göre seni öğlen 2'de Erdek'e bırakmalıyım" dedim. Suratı asıldı yine, "neyse, ne yapalım, bir sonraki sefer Cuma alıp Pazar bırakacaksın ama bayram olduğu için Salı tekrar alacaksın nasıl olsa" dedi. Her durumda iyi bir taraf bulma huyunu kesin benden almış.
Yolun yarısını uyuyarak geçirdi, sonra bir yerde durup bir şeyler içtik, ayıldık. Bütün haftasonu fotoğraf makinasından kaçmıştı ama giderayak cep telefonuyla birkaç poz çekmeme izin verdi, hatta güzel bakıp gülümsedi.

Erdek'e vardığımızda, babasının arabasını evin önünde görünce omuzları iyice çöktü, ama yüzüne sahte bir gülümseme yerleştirdi. Arabadan inince sarılıp öpüştük, vedalaştık, kapılarını çaldık. Babası açtı, "vay Nemo, nerelerdeydin?" dedi, o da aynı ses tonunu taklit ederek "buradayım" dedi ve içeri girdi ve bir daha bana dönmedi. Ben de "çantalarını da al" dedim ama sonra "buraya bırakıyorum" diyerek elimdeki çantaları kapının içine yere bırakıp "hadi hoşçakalın" dedim ve dönüp merdivenlerden inmeye başladım. Mammutun sesi duyuldu "adam yok mu? hani şu icracılar" dedi. Birkaç basamak aşağıdan "yok, bırakırken gerek yokmuş" deyip uzaklaştım. Sonra da 15.30 feribotuna binip döndük annemle. Motorlar çalışmaya başlar başlamaz uyuyup Yenikapı açığında motorlar yavaşlayınca uyandım.

1.11.08

Yeniden Mutfakta

Geçen haftasonundan bu yana iyiyim. Gerçekten. Haftasonu Süzmebal'ın gelişiyle ister istemez toparlanmıştım. Sonra Pazar günü geleceğini haber veren arkadaşlar için hazırlık yapmak da iyi geldi. Salı günü terapiste tekrar gittim. Ona da anlattım neler hissettiğimi. "Ben vazgeçin demedim. Zaten böyle bir şey demeye hakkım da yok. Ama tecrübeme dayanarak olanı kabul ettiğinizde yeniden yaşama katılacağınızı, yaşamın akmaya başlayacağını söyledim. Siz bunu pes etmek gibi algıladınız herhalde" dedi. Bir de -başka kelimelerle söyledi, bu benim anladığım- mücadele ederek karşı tarafın davranışının sorumluluğunu kendi üstüme aldığımı söyledi. Ne değişik bir bakış açısı... Ben kendimi paralayarak onun yaptığı şeyi iyi etmeye, iyiye döndürmeye çalışıyorum ve onun yükünü sırtlanmış oluyorum. Diğer bir aydınlanma anını da öncelikleri sıraladığında yaşadım. "Önce insan, sonra evlat, sonra kadın, sonra eş, sonra anne, sonra iş sahibisiniz. Beşinci sıradaki önceliğinizi en öne almaya çalışmayın" dedi.

Perşembe günü lise kız grubu akşam yemeği için buluştuk. Ortaokula başladığımızdaki sınıfımızda 8 kızdık. Sonra gidenler ve gelenler oldu ama bu sekizlinin bağları kadar güçlü olamadı. Hoş şimdi o zamankinden daha yakın hissediyoruz, o da ayrı mesele... İşte bu 8 kızın altısı o akşam Nişantaşı'ndaki Hünkar'da buluştu, sofrada memleketi kurtardı. Kimimiz liberallikten yerden iki karış yukarıda, kimimiz kötümser, ümitsiz, kimimiz neredeyse politikaya atılacak, konuştuk durduk. Garsonlar epey bir beklediler, biz de kalkalım da kapatsınlar diye. Baktılar ki bulmuşken bırakamıyoruz birbirimizi, sonunda kibarca belli ettiler. Biz de kalktık ama onlar ortalığı toparlayıp kapıyı kilitleyip çıktığında biz hala kaldırımda çene çalıyorduk. Sohbetin, arkadaşlığın tadı damağımızda kaldı.

Cuma günü, bu haftasonunun Kasım'ın ilk haftasonu olması nedeniyle Erdek yolları göründü bana. Saat 14 gibi işten çıktım, annemi almaya gidiyordum ki Erdek İcra'ya telefon edip geleceğimizi haber vereyim dedim. Babaanne aldıkları 3 günlük raporu peşin peşin getirmiş bile. Geçen sefer sözde hasta çocuğun evde değil de babasıyla başka yerde olduğu tutanağa geçtiydi ya, bu kez yüzleşmeden engellemek istemişler demek ki. Yine de oraya gidip kös kös dönmektense kös kös eve dönmekten şikayetçi değilim.

Bu kez daha çabuk atlattım. İyi hissettiğim her anın üstünde bir "ben şimdi çocuğumdan uzakta kahroluyor olmalıydım" gölgesi vardı ya, galiba terapistin sözleri bunu hafifletti biraz. Erkenden eve gitmiş oldum. Zaten Süzmebal okul servisiyle bize geleceği için Shrek de erken gelmişti. O oğlunu karşıladı, banyo yaptırdı, ben biraz uyudum. Yemekten sonra onlar film seyretti, ben internette dolaştım. Akşamüstü uyuyunca gece uykum gelmek bilmedi tabii. Shrek'in çok sevdiği, kaç zamandır sayıkladığı kurabiye tarifini buldum. Meğer istediği "shortbread"miş. Gece gece oturup "shortbread" pişirmeyi denedim.

Cumartesi ne kadar evcimen bir aile olduğumuzu bir kez daha kanıtladık. Bu güzel güneşli havada neredeyse bütün gün evde oturduk. Önce Süzmebal'a biraz piyano çalıştırdık. Sonra da ben biraz çalıştım. Geçen gün aklıma hem CD'si hem notası olan ne var diye bakmak geldi. Beethoven sonatlar bu tarife uyuyordu. Notaları kucağıma alıp izlerken bir yandan da dinliyordum. Sonra ilk sayfasındaki indexte hocamın işaretlerini gördüm. Birden bire unuttuğum -daha doğrusu bilinçaltıma ittiğim- bir şeyi hatırladım. Bazılarının başında kurşunkalemle atılmış tek çarpı, bazılarında ise çift çarpı vardı. Senenin başında hocam hangilerinin o sınıfa uygun olduğunu işaretler, ben evde bakıp o sene hangisini çalışacağımı seçerdim. Bu sahne 3 sene filan yaşanmıştı. Bir sene ben Pathetique sonatı çalışmak istemiştim, o da işaretli, ama çift çarpılıydı. Hocamsa "yok, o senin için zor" demişti, ve onu seçememiştim. Tüm öğretmenler çocuk psikolojisinden anlayacak ve duyarlı olacak diye bir şey yok ki... Neyse, sonuçta ben iki gündür Pathetique'in ilk sayfasını çalışıyorum.

Sonra Süzmebal'ın Almanca ödevini yaptırdım. Çocuk çok iyi sabretti, 2 saate yakın sürdü. Piyano dersine gitmeden önce babasıyla gidip aşağıda biraz futbol oynadılar. Onu derse bıraktığımızda biz de İstinye pazarına uğradık, sebze-meyve alıp geldik. Öncesinde evde neli sorbe yapacağımızı konuşmuştuk zaten. Sonunda Trabzon hurmasında karar kılınmıştı. Bu haftasonu Shrek'in favorileri oldu, en sevdiği meyvanın sorbesi, yanında en sevdiği tereyağlı bisküvi...





Trabzon Hurması Sorbesi


3 olgun Trabzon hurması (3 cup püre)
3/4 cup tozşeker
1 cup su
1 çorba kaşığı limon suyu
1 çorba kaşığı Martini (tarifte rom yazıyordu)


Hurmaların içini kaşıkla çıkarın, blender ile püre yapın. Kısık ateşte 5 dk pişirin.
Şeker ve suyu ocakta karıştırarak şerbet yapın, 5 dk kısık ateşte pişirin. Şerbetle meyva püresini karıştırın. Soğumaya bırakın. Buzdolabında iyice soğuyana kadar bekletin. Dondurma makinasına koyup bir limon suyu ve martiniyi ekleyin. Dondurma makinası yoksa metal veya payreks yayvan bir kapta buzluğa koyup yarım saatte bir çatalla karıştırarak da yapılabilir.



Shortbread


2 cup (=280 gr) un
1 tutam tuz
226 gr tereyağı (oda sıcaklığında)
1/2 cup (=60 gr) pudra şekeri
Yarım çubuk vanilyanın içi


Unla tuzu birlikte eleyin, bir kenara koyun. Tereyağını 1 dk krema olacek şekilde mikserle çırpın. Pudra şekerini ve vanilyayı ekleyip 2 dk daha çırpın. Un karışımını ekleyip ancak yetecek kadar karıştırın. Disk şekli verip streçfilmle sararak buzdolabında 1 saat soğutun. Çıkardığınızda hafif unlu yüzeyde açın. Kalıpla kesin. Kalıbı her seferinde una batırın. Yağlı kağıt serilmiş tepsiye dizin. Tezgahtan spatula yardımıyla kaldıracağınız kadar yumuşak bir hamur olmuş olmalı. Tepsiyi buzdolabına koyarken fırını da 175 dereceye ısıtmaya başlayın. 15 dk sonra buzdolabından çıkardığınız tepsiyi fırının orta rafına sürün. Hamuru 0,5 cm kalınlığında açtıysanız 10-12 dk, daha kalınsa yaklaşık 15 dk sonra hafifçe renk değiştirdiklerinde fırından çıkartın. Tel üstüne alarak soğutun.

22.10.08

Kabul Etmenin Özgürlüğü

Başlık, Bert Hellinger'in bir kitabı. Bu ve diğer iki kitabını okuduktan sonra Hellinger'in sistemiyle ilgilenmiş, geçen Haziran ayında Aile Dizimi seminerine katıldığım psikoloğun 6 seanslık bir psikoterapi programı olduğunu öğrendiğimde de randevu istemiştim; ilk müsait olduğu zaman Ekim'di. O zamana kadar vazgeçersem iptal ederim diye düşünmüş, bu geçen zamanda da oldukça havadan çıkmıştım. Yine de gittim. Ben kendimi genelde iyi ve güçlü zannediyorum ama "neler oldu?" sorusuna ağlamadan cevap veremiyorum. "Yaşadıklarınız çok ağır. Çok da mücadele etmişsiniz. Neyi denemediniz?" dedi. "Senin istediğin gibi olsun demedim hiç, hep savaştım."-"Savaşı bırakacak güçlü müsünüz?"-"Hayır, değilim."-"Bir terapist olarak size ne yapacağınızı söyleyemem, ama sizin yaşamdaki duruşunuzu değiştirebilir, güçlü durmanız, kendinizi hayatın akışına sevgiyle bırakmanız için çalışabiliriz. Sizi güçlendirirken aynı zamanda bu ilişkiyi niye kendinize çektiğinizi çözüp, buna neden olan blokajları da ortadan kaldırabiliriz."

* * *

Çocuk ruhu anne ve babasının bütün olmasını ister. Onlar savaştığı, onlar acı çektiği zaman kendini feda eder, siz acı çekmeyin, sizin yerinize ben çekerim der. Bir tarafa hak verip diğer tarafa kızarsa, bunu dengelemek için kızdığı tarafa yaklaşır. Anneyle babanın kavgası çocuk ruhunu en çok zedeleyen şeydir. Çocuğun yarısı anneden, yarısı babadan oluşur. Böyle davrandığına göre eminim babası sizin için iyi şeyler söylemiyordur; kötü bir şey söylemese bile en fazla nötr duruyordur. Buna rağmen sizden soğutamadığına göre korkacak bir şey yok. Bir anne olarak siz ona hayat vererek zaten verebileceğiniz en kutsal şeyi verdiniz. Başka bir şeye gerek yok. Mücadeleyi bırakıp ona "oğlumun senin yanında güvende olduğunu biliyorum ve onu seninle bırakıyorum" derseniz yaşam yeniden akmaya başlayacak, yeniden güçlü olacaksınız. Oğlunuz da güçlü olacak o zaman. Yeniden görüşme fırsatı bulduğunuzda, oğlunuzla oturup konuşun, bunları anlatın.

Ayrılmanızda onun ne kabahatleri olduğu önemli değil. Belli ki haksızlığa uğradığını düşünüyor. Ona, sana yaptığım haksızlığı kabul ediyorum, demelisiniz. Yüzüne söylemeniz gerekmez, onu burada dizime kattığımızda da aynı çözülme yaşanabilir. Bu yeni ilişkinizin üstünde de ipotek gibidir. Sanki krediyle bir ev aldınız, üstünde ipotek var gibi borçlusunuzdur. Bu ağırlık altında yeni ilişkiniz de zorlanır, rahat akmaz.

* * *
Doğrusu buysa bile yapabileceğimi sanmıyorum.
Yaklaşık 24 saattir durup durup ağlıyorum. Haftalık falımda Çarşamba günü işe gitmeyip battaniye altında geçirin diyordu zaten ama ne mümkün... Dört toplantılı bir günü asık suratla ve şiş gözleri saklayacak bir makyajla geçirdim; eve gelince yine başladım, ama dünden daha iyiyim.
Yazmak iyi geldi.

19.10.08

Nerden Nereye

Neşeli bir kavuşma yazısı umanlar için üzgünüm.
Cuma sabahı avukatla konuştum, Erdek İcra’ya çıkan talimatın aslını yanımda götürmem gerektiğini, bunun için de avukatın ofisine uğramam gerektiğini öğrendiğim için biraz kızdım, Erdek İcra Müdürünü cep telefonundan aradım, meğer Afyon’a tayin olmuş. Neyse ki bana Erdek’teki katibin telefonunu verdi. O da çok yardımcı olacak, yapıcı bir tavırda bir adam. Uygunluğunu kontrol etmek için talimatı önceden faxlamamı istedi. Nitekim ben avukata söyleyip o da faxlayınca ortaya çıktı ki kalemde alış saati olarak 20 yerine 10 yazılmış. Karşımızda açık arayan bir edepsiz olduğunu onlar da bildiği için düzelttirip gelmemizi istedi. Ben ofisten hemen fırladım, avukatla Sirkeci Adliyesinde buluştuk, yazıyı düzelttirip karardan da “aslı gibidir” kopyası alıp yola çıktım. O arada da baktım, Erdek-Bandırma-İstanbul olmak üzere üç evlerı olduğunu söylediğimiz için hakimin istediği adres beyanını dosyaya Erdek olarak koymuş. (Gerçi avukatı eski adres geçerlidir demişti ama o laf zapta geçmemişti.) Sanırım o anda biraz ümitlendim. Benim hayalgücüm, henüz hakimin verdiği 10 günlük kesin süre dolmadığı için adres vermemiş olacaklarını, biz Erdek’e gidip kimseyi bulamadığımızda, Bandırma adresini verip sıyrılacakları senaryosunu yaratabilmişti. Erdek adresini beyan ettiklerini görünce yeni hakime şirin görünmek, “biz aslında annenin çocuğu görmesini engellemiyoruz” rolüne inandırmak için Nemo’yu vereceklerini zannettim. Erken yorum yapmışım.
Yola çıkarken tabii uğrayıp annemi aldım. Yanında patatesli börekler, elmalı kurabiyeler, meyva suları, Nemo’ya aldığı hediyeleri toplayıp geldi. Ben kendimi fazla hazırlamamak için fazla hazırlık yapmamıştım. Evde onun sevdiği yemek olsun diye hazır köfte ve cordon bleu alıp buzluğa attım; patatesli börek sarıp yine buzluğa; evde sinema ritüeli olarak mikradalga tipi patlamış mısır, elma ve ananas suyu (en çok onları sever); bir de üstü biberli yeşil zeytin kaplı patates salatası yapmıştım –doğumgününde yaptığımda bayılmıştı.
Hiçbir feribot saati uymadığı için Eskihisar-Topçular arabalı vapuruyla Yalova’ya geçtim. Zamanımız dar olmadığı için yol üstündeki Körfezim’in satış mağazasında durup anneme zeytinyağı aldık. Biz daha önce Shrek’le alıp çok beğenmiştik.
Erdek’e vardığımızda 18.45’ti. İcra Müdürlüğünün olduğu bina aynı zamanda adliye. Akşamın o saatinde hala duruşmalar sürüyordu. Salonda bekleyen amcalar bizi de o duruşma için geldik zannettiler, “Sulh Hukuk’taki duruşma şimdi başladı” dediler. Ben “yok” dedim. “biz icra için geldik”. Sözcükler havada asılı kaldı, biz annemle oturup yemeğe çıkmış olan icra katibinin dönmesi bekledik 5-10 dk. Önce katip geldi, sonra Erdek Adliyesinde görevli psikolog olmadığı için bilirkişi olarak gelen öğretmen, sonra da onları götürüp getirecek taksi şöförü. Katip önceden iki tutanak hazırladı; biri hiç sorunsuz ve olaysız teslim alacağımız varsayımıyla, diğeri adreste kimseyi bulamayıp alamayacağımız varsayımıyla. Bunlardan biri gerçekleşirse saat ve imzaları tamamlayıp iş bitecek, adliyeye dönmek zorunda kalmayacağız.
Evdeki hesap çarşıya uymadı; üçüncü ve aklımıza gelmeyen bir senaryo yazmış yukarıdaki. Tam saat 20’de gittik. Mammut’un arabası otoparkta yoktu. Çöp toplamaya çıkmış olan kapıcıya rastladık, babaanneyi gördüğünü söyledi. Köşeyi döndüğümüzde evde ışık olduğunu da gördüm ve sanırım işte o anda gerçekten alacağız zannettim.
Biz apartman kapısındaki zili çalmadan hemen önce babaanne mutfak penceresinden bakıp gördü bizi. Zili çaldık, kapı açıldı, merdivenleri çıkncaya kadar evin kapısı da açıldı, icra memuru talimatı gösterdi, babaanne dönüp içeri gitti, elinde bir kağıtla geri geldi. “Çocuk raporlu” dedi.
Cuma günü Bandırma Sağlık Ocağı’ndan alınmış üst solunum yolu enfeksiyonu nedeniyle 3 gün yatak istirahati raporu. Bugün okula gitti mi diye sordum, gitmemiş. Peki şimdi nerede diye sordum, babasının yanında dedi. Geçen sene rapor aldıklarında reçetede antibiyotik ve ateş düşürücü, raporda anksiyete yazıyor diye doktoru şikayet etmiştim ya, bu kez senaryo daha dikkatli yazılmış. Dönüp geldik icra müdürlüğüne, tutanak yenilendi, imzalandı, kös kös düştük yola. Yatak istirahatli çocuk niye evde değil? Babasının yanı denilen yer neresi? Bu soruları sorması gereken kişi hakim. Ama zaten “kocasının olmadığı yerde görebilir” diye açık açık yazmış, dosyada var, buna hakkı olduğuna inanıyor.
Bu kez içsel tepkim üzüntü değil, kızgınlık oldu.
Benden haber bekleyen Shrek’i aradım. O da İzmir’de bir seminere katılıyordu aslında, yani Nemo gelse rastlamayacaktı bile bu seferlik. Olanları duyunca “bindir anneni Bandırma-Yenikapı feribotuna, İzmir’e gel, nasıl olsa yolu yarılamışsın, Pazar günü beraber döneriz, ben kullanırım, şimdi İstanbul’da tek başına kendi kendini yiyeceksin” dedi. Anneme söyledim, o da “iyi fikir, birbirinize destek olursunuz, ama yolda seni yalnız bırakmam, ben de geleceğim İzmir’e, oradan atlar bir otobüse dönerim” dedi. Peki, öyle olsun.
Gerçekten de biz bir süre bu kalkıştığımız şeyin çılgınlığıyla oyalandık, başka konular hakkında çene çaldık. Balıkesir sapağından sonra yol tamirleri gece sürüşünü çok zorlaştırıyor. Daracık bir yol, iki yanda kum tepeleri, trafik işaretleri yolu bir o tarafa, bir öbür tarafa veriyor ki kaç kez son anda uzun farlarımı yakıp farkettim yolun nereden gittiğini. Bir süre sonra yol düzeliyor, ondan sonrası rahat. İzmir’e gitme kararını verdiğimiz anda açlığımı da anladım; bütün gün bir şey yemediğimi o zaman hatırladım. O kadar ki, Susurluk’a kadar dayanmam mümkün değildi. Annemin yanındaki börekleri, elmalı kurabiyeleri yedik bir güzel. Kime niyet, kime kısmet.
İzmir’e vardığımızda saat 24 olmuştu, yaklaşık 3,5 saat sürmüş demek ki. Anneme o gece kalmasını çok söyledim ama önce otobüse bakalım, bulamazsam kalırım dedi. Efes Otel’in sokağındaki Varan terminaline gittik; o kapanmış ama yanındaki Pamukkale’den 10dk sonra servis kalkıyormuş, otobüste bir kişilik yer varmış, hem de bayan yanı.
Shrek’in kaldığı otel de çok yakındı zaten. Sora sora Karaca Otel’i buldum, Shrek’le de konuştuk, oda numarasını öğrendim, resepsiyona söyledim, “öyle bir oda numaramız yok bizim” dedi. Allah allah nasıl olur, şimdi konuştum! İsmini söylüyorum, adam listeye bakıyor, bulamıyor. Durun bir daha arayayım dedim, ama o sırada da jeton düştü, “yoksa sen Karaca’da kalmıyor muydun?” diye başladım söze. Yoo, dedi, Kısmet’te kalıyorum ya, sen ayırttıydın yerimi zaten. Doğru da bende kafa kalmadı ki...
Shrek beni İzmir’e çağırıp burada daha kolay oyalanırsın demekte çok haklıydı elbette. Cumartesi sabahı onunla kalkıp seminerin olduğu yere gittim; o da hemen köşedeki 9 Eylül Üniversitesi’nin binasında zaten. Grupta tanıdığım birkaç kişiyle azıcık sohbet ettim, onlar başlarken ben de yollara düştüm. Sokaklarda dolaştım, vitrinlere baktım, üstümdeki kıyafetleri değiştirme bahanesiyle beyaz bir bluz, füme bir pantalon, füme bir triko üst, hatta bir de onlara uyan gri-mor taşlı uzun bir kolye aldım. Sabah ve akşam biraz serinlik çıkıp triko üst gerekli hale geliyor ama gündüz öyle sıcak ki, burada yaz daha bitmemiş sanki. Sokaklarda kimin aslen İzmirli, kimin sonradan olma İzmirli olduğu belli. Gerçek İzmirliler üstlerinde montla dolaşıyorlar; yakasını sıkı sıkı kapatan, çizme giyen bile var. Sonradan olmalar ise tişörtle dolaşıp çorapsız geziyorlar.
Cumartesi sabahı Alsancak’ta dolaşırken dükkanlardan birinde “bu saatte çok boştur buralar, ama öğleden sonra çok kalabalık olur” dedi; o en kalabalık halini de gördüm. Kalabalık dedikleri kafeler dolmuş, mağazalar biraz kalabalık o kadar.
Dikkatimi çekti, Alsancak’ta -İstanbul’daki karşılığı biraz Nişantaşı, biraz da Bağdat Caddesi- dükkanlarının önüne küçük masa-sandalye koymuşlar, sabahları orada çaylarını içip gevrek yiyorlar:) O şık mağazalar, butiklerle öyle sevimli bir tezat oluşturuyor ki, sanki küçük kasaba esnafı... Oraya kadar gitmişken Reyhan’da oturmamak, Polovak yememek olmaz. Polovak profiterol hamurundan irice iki top, içinde dondurma, üstlerinde çikolatalı sos. Fotoğraf makinam yanımda değildi ama o görüntüyü unutmak ne mümkün...
Yeni keşfettiğim bir başka İzmir’e has lezzet de Ora’nın lahmacun ve pideleri. Ben ömrümde bu kadar hafif ve lezzetli lahmacun yemedim. Patlıcanlı açık pidesini denedim bir de, o da ayrı güzel. Sofraya tahta tabaklarda roka, domates ve limon dilimleri, bir de küçücük domates, ince kıyılmış roka ve peynir salatası geliyor. Yağı damlayan Trabzon pidelerini sevenler beğenmeyecektir, ona göre...
Semineri veren doktor ve katılımcılardan birkaçı akşam yemeğini Kıbrıs Şehitleri’nde yiyeceklerdi, biz de onlara katıldık, rakı-balık yaptık, sohbet ettik. Hayatımda ilk kez duyduğum bir balık yedik, gravyöz. Kocaman bir balık. Mezelerle doymuş olduğumuz için yarısını ortaya ızgara yaptılar, 6 kişi paylaştık. Çok, ama çok lezzetliydi.
Şimdi bunları Kordon’da bir kahvede oturmuş, çayımı içerken yazıyorum. Otelde kahvaltı ettiğim için birşey yemiyorum, ama burada hala dışarıdan yiyecek getirip sadece çayı burada alabileceğiniz yerler var. İnsanlar fırından gevrek alıp geliyorlar, hatta evlerinden peynir, domates, zeytin getirip masanın ortasına açanlar var. Hani kenar köşe bir köy kahvesi olsa neyse, burası Kordon’un göbeği:)
Shrek seminerde. Birazdan otele dönüp bavulu toparlayacağım, sonra da Shrek’i alıp yola çıkacağız.
Hafytasonum kadar tuhaf bir yazı oldu.

16.10.08

Nerden Başlasam, Nasıl Anlatsam...

Yok yok, o kadar da zor değil.
Tatil havası beni iki hafta kadar idare etti, sonra da bayram geldi.
Tam bayramdan önce Aile Mahkemesindeki yeni hakim bayram için tedbir kararı verdi, ama birkaç kaynaktan öğrendim ki, Bandırma'da, okula çok yakın bir giriş katı kiralamışlar, kışın orada oturuyorlarmış. İstanbul ve Erdek'teki evleri de giriş katı, çünkü babaanne 120 kg filan, merdiven çıkamıyor. Sonuçta orada olmadıklarını öğrendiğim için gitmedim. Tabii burada iki cümlede anlattığım kadar basit olmadı.
Sonuçta kendimi toplamam için Shrek geçen yaz da gittiğimiz Bodrum Yalıkavak'taki pansiyona gidelim dedi. Havanın çok matah olmayacağı belliydi, ama arkadaşlarımızla olmak, ortam değiştirmek, bol sohbet, bol yemek iyi geldi yine de. Döndüğümüzde dinlenmiş gibiydim, ama bu kez döner dönmez etkisi geçti.
Bir de üstüne hastalandık... Shrek bayramı hasta geçirdi, ben dönünce şifayı kaptım. Geçen Pazartesi sesim kısılmaya, boğazım acımaya başladı; Perşembe günü duruşmada neredeyse sesim çıkmayacaktı. Hoş çıkması da gerekmedi ya, mahkemelerde vekiller konuşuyor. Ama stres kesinlikle beni hasta ediyor.
Duruşmada Yargıtayın bozma kararını kabul ettiğimiz söyledik. Bozma nedeni olan dinlenmemiş iki tanık dinlenecek. Biri Mammut'un yanında çalışan mühendis - o zamanlar birkaç kez görmüşlüğüm var, diğeri Bandırma'da oturan bir kadın - hiç tanımıyorum.
Yeni bir tedbir kararı da var; her ayın 1. ve 3. haftasonu Cuma akşamı 20'den Pazar 14'e kadar. Evet, eskisinden daha kısa. O Cuma 17'den Pazar 22'ye kadardı. Hoş ertesi gün okul var diye 20 gibi bırakıyordum ama olsun. Belli ki bu hakim de sanki velayet babadaymış da ben almaya çalışıyormuşum gibi bakıyor olaya. Belki de karşı tarafın abuk subuk yalanlarla dolu dilekçeleri aklını karıştırdı. Yok, alışamadım bu duruma bir türlü; dosyadaki dünya kadar kanıta, polis tutanaklarına, görgü tanıklarının ifadelerine rağmen gidip yalan dolan iddiaları sanki gerçekmiş gibi bastıra bastıra tekrarlayıp, olmayan bir şeyin hangi kanun maddelerine ve hangi içtihatlara göre ne sonucu olacağını anlatan avukatlara alışamadım. Hiç utanmıyorlar...
Geçen hafta tedbir kararına rağmen öyle güçsüz hissediyordum ki, bir kovuğa girip cenin pozisyonunda ölebilirdim. Belki de tedbir kararı yüzünden. Çünkü yarın öğlen çıkıp annemi de alıp Erdek'e gideceğim yine. Adresi belirsiz, Bandırma'da ve İstanbul'da da evleri var, Cuma okuldan alalım dedik ama hakim kabul etmedi. Mammut'un avukatına sordu, o da aynı adresteler, bir değişiklik yok dedi, oldu bitti. Gidiş saatimiz uymuyor, Yalova üstünden gideceğim ama dönüşte 21.30 feribotuyla gelebiliriz. Umarım Nemo'yla birlikte... Pazar 14'te bırakmak için de 9 gibi çıkmamız lazım yola, çünkü o saatlere uyan ne Bandırma, ne Mudanya feribotu var. Zaten Pazar gününden hiç hayır gelmiyordu, yarım saatte bir "kaç saat kaldı" diye sora sora, yürek parçalayan bir gün geçiriyorduk. Bu da tam züğürt tesellisi. Neşelensin diye oyun merkezlerine gidiyorduk, film seyrediyorduk, ödevlerini yapıyorduk; şimdi sadece bir günümüz var, yani inşallah var.
Dilekçesinde yazdığına göre 4 Eylül'de bana bir e-mail göndermiş, kocamla birlikte olmamak şartıyla oğlumla tatil yapabilirmişim, öyle lütfetmiş. Öyle bir e-mail gelmedi. Aslında belki iyi ki gelmedi demeliyim. Ben kesin yine hastalanırdım. Evet desen başka kötü, hayır desen başka kötü. Böyle hukuk dışı bir tavrı açık açık dilekçesinde yazmaktan da hiç kaçınmıyor...
Ben bu arada araştıra okuya, yakında Medeni Kanun madde 337 avukatı çıkacağım. Araştırırken bir makaleye rastladım. Oradan atıfta bulunulan başka bir makaleye geçtim. Derken o makalenin yazarına (doç.dr, bir üniversitenin hukuk fakültesinin dekan yardımcısı) durumu anlatıp yardımcı olacak kaynak sordum. Daha cevap gelmedi. Genelde hakimler, "hukuk her soruna çözüm olur" tavrındalar. Avukatlar ise daha gerçekçi, ama onlar da artık kanıksamış, en trajik durumlar bir cümleyle ifade ediliveriyor. Bakalım akademik kariyer yapan hukukçular nasıl yaklaşıyor?

8.9.08

Selimiye-Bozburun-Söğüt


Datça'nın bademi meşhur. En küçüklerinin adı sıra bademmiş; fotoğrafta görünenler ise ak badem ve nurlu badem. Bize Ogün'ün babası anlattı ve birer avuç ak badem ve nurlu badem kırıp tattırdı. En makbulü nurlu badem, durunca kararmıyor; ak badem ise kararırmış, hem de firesi çokmuş. Bademleri kavurup kuru (ama çok da kuru değil, biraz yaş) incirin içine 3-4 tane sokuşturup incirlerle birlikte tekrar fırınlıyorlar. Tam biz ayrılırken Ogün'ün annesi hazırlıyordu, kavrulmuş bademler içinde, ama henüz fırınlanmamış incirden ikram etti bize, nasıl lezzetli anlatamam. Datça'ya uğrayıp badem, fırınlanmış bademli incir, kurutulmuş domates alıp öyle çıktık yola ama aklımız Hayıtbükü'nde kaldı.

İzmir'li arkadaşlarımız Selimiye'yi öyle çok methetmişlerdi ki orayı görmeden İstanbul'a dönseydik bir başka tatili Selimiye üzerine planlayabilirdik. Bu duruma netlik kazandırmak ve tatil hayali kuracağımız zaman zihnimizde canlanacak resmi belirlemek için 2-3 günümüzü de Selimiye'ye ayırmak niyetiyle yola çıktık.

Datça-Marmaris yolunun Marmaris'e yakın bir yerinde Bozburun yol ayrımı var. Oradan sapınca önce Orhaniye, sonra Selimiye, sonra da Bozburun geliyor. O bölgede bitki örtüsü de Datça'dan çok farklı; daha sulak, daha verimli topraklar, daha yeşil, daha yüksek ağaçlar başlıyor. Güzel koyların kenarından, güzel manzaralı yamaçlardan geçip Selimiye'ye vardığımızda biraz hayal kırıklığına uğradık. Arkadaşımızın methettiği yer zaten deniz kıyısında değil -ama deniz kıyısında plajı var-, bir diğeri sevimsiz geldi; Selimiye'nin en meşhur iki tesisine baktığımızda karşımızda çim döşenmiş suni bir bahçe, İstanbullu tuzağı büyük renkli minderler, iskelenin üstünde şezlonglar ve döşeklerle karşılaştık. Deniz güzeldi Allah için, ama kaytan bıyıklı, göğsündeki plakada "servis müdürü" yazan bir adam bize doğru gelip "büyrün" deyince "biz biraz daha bakalım" deyip kaçtık. Odaların önündeki patikadan yola çıkarken bir de burnumuza tuvalet kokusu çarptı, adımlarımızı hızlandırarak arabaya kapağı attık.

Bir de Bozburun'u deneyelim dedik. Ben sandaletli seyyahın sitesinden Bozburun'daki Dolphin Pansiyon'un fotoğraflarını göstermiştim zaten Shrek'e. Selimiye'den 5 dk ilerideki Bozburun'a gelince coğrafya yine tamamen değişti. Bu kez de çıplak, boz renkli sarp kayalık dağların arasında sanki bir göl manzarası karşıladı bizi. Kayalar aynı eğimle denizin dibine doğru devam ettiği için daracık bir sahil yolunun önünde daracık ahşap setler, üstlerinde şezlonglar var; merdivenle lacivert bir denize iniliyor. Hayıtbükü gibi değil ama bu da başka güzel.


Odamızdan görünen manzara kolay kolay bulunacak cinsten değil. Böyle bir manzaraya karşı uyanmanın keyfi de bir başka... Otel sırtını dağa yaslamış, üstüste binmiş tek sıra odalardan oluşuyor, yukarı çıktıkça manzara daha da bir genişliyor, büyüyor, oda fiyatı da yavaş yavaş artıyor. Biz 2 numaralı odada kalmayı seçtik; kahvaltı dahil kişi başı 60 YTL. Ogün'de iki kişilik oda fiyatı 75 YTL'ydi ama buradaki oda çok daha iyi tabii.


Bu da Cipso... 7 sene önce Alman bir yatçı giderken Dolphin'e bırakmış. Çok cesur bir kediymiş, sokakta üç köpekle karşılaşsa köpekler yolunu değiştirirmiş. Çok asil, çok temizmiş. Balığı pişmiş değil, çiğ severmiş; hatta kendi avlarmış. Mürekkep balığını da çok severmiş; kıyıda bekler, bir pençeyle mürekkep balığını karaya atar, her taraf mürekkepten simsiyah olurmuş. Şimdi artık herhalde çok yaşlandı, ağzındaki yara bir türlü iyileşmiyormuş. Shrek ona homeopatik bir ilaç verdi; bugün daha iyi, dolaşmaya başlamış, yemeğini yemiş.

Dolphin'in sahipleri Yılmaz Bey ve eşi Hülya Hanım çok candan insanlar. Hülya Hanımın tavsiyesiyle "hemen bu tepenin arkası" diye tarif ettiği Söğüt'teki Denizkızı'na gittik. Hülya Hanım "Yemekleri çok güzeldir; herşeyi Muhammed Usta ve eşi hazırlıyor, kızıyla oğlu da servis yapıyor; mayolarınızı da alın, önü çakıldır, bir yüzüp çıkarsınız" demişti. Gerçi yol biraz daha uzundu, 20 dk'da gittik, ama 1 saat 20 dk olsa yine de değerdi...

Denizkızı, Söğüt'ün sahilinde bir restoran, üstünde odaları da var. Dar çakıl bir plajı, pırıl pırıl bir suya uzanan iki iskelesi var. Gittiğimizde saat 2.30 gibiydi; bugün de güzel bir öğle yemeği yiyelim, akşamı hafif geçiririz dedik. Buzdolabındaki zeytinyağlıların, mezelerin görüntülerinden belli ne kadar lezzetli oldukları. Şakşuka, kabak çiçeği dolması, ızgara ahtapot ve ızgara kalamar söyledik, balığa yer kalsın diye bu kadar yeter dedik. Herhalde hayatımda yediğim en lezzetli şakşukaydı. Diğerleri için de aynı şey geçerli. Domatesler bu kadar mı lezzetli olur... Porsiyonlar da çok büyük olunca balığa yer kalmadı. Temizlenmiş balığı iptal edemeyeceğimiz için akşam yemeğine de orada kalmaya karar verdik. İyiki de öyle yapmışız... Güneşi karşı kıyıda batırana kadar yüzdük ve fotoğraf çektik. Tatilimiz için mükemmel bir "son gün" oldu...

7.9.08

Datça

Hep Hayıtbükünde kalmadık, Datça'ya da indik tabii. Geç uyandığımız bir sabah, kasabaya inip hem kahvaltı edelim, hem de görmüş oluruz dedik.

Datça Eylül ayında bile hala çok sıcak. Beton yat limanı yanıyordu. Esas koya doğru köşeyi dönünce esmeye başladı da biraz ferahladık. Yine de çocuk parkında kaydırağın gölgesine sığınmış anne-kıza bakarak ne kadar sıcak olduğunu anlayabilirsiniz.

Öğle sıcağında keyifli tarafını göremeyeceğimizi anlayınca Eski Datça mahallesine gittik. Taş evler, duvarlarından fışkıran çiçekler, dar sokaklarla hoş bir yer ama orayı gezmek için de çok sıcak... Sıcaktan dilimiz dışarıda bir tur attık, canımız ev yapımı gerçek limonata çekti; biraz şehirli eli değmiş bir kafe görüp girdik, limonata sorduk, yokmuş; kola, icetea vs önerdiler ama biz az önce gördüğümüz köy kahvesine gidelim dedik. Ama baktım köşede Nihat Akkaraca'nın Datça'da Zaman adlı kitabı, bir sehpanın üstünden üstüste, belli ki satılık. Hemen aldım tabii, Datça'yı taze görmüş olarak çok daha zevkle okunacağına eminim. Köy kahvesinde limonata diye Tang gibi bir sıvı getirdiler ama olsun, Eski Datça turu sayesinde çok zevkle okuduğum bir kitapla karşılaşmış oldum.Eski Datça'dan sonra Reşadiye'ye girdik. Orası Datça'daki ilk yerleşimin olduğu yer. İskele mahallesi sonradan kurulmuş. Kahvaltı yaptığımız yerdeki genç kız bize Reşadiye'deki Mehmet Ağa Konağı'nı gezmemizi tavsiye etmişti. Reşadiye'nin içinde dolaşırken kocaman çınarlı, salıncaklı bir meydan gördük önce; Shrek bankta, ben salıncakta, biraz soluklandık.Aynı meydana bakan Mehmet Ali Ağa Konağı'nın kapısı her ne kadar "burası çok pahalı bir yer" diye bağırıyorduysa da girip soğuk bir şeyler içemeyecek de değiliz ya deyip girdik içeri. Burası 1800'lerin başında yapılmış eski bir konak; yakın zamanda satın alınıp restore edilmiş, otel ve restorant olarak işletiliyormuş. Burada uzun uzun anlatmayayım, merak edenler buradan okusun. Ben sadece kişisel gözlemlerimi aktarayım. Bahçe çok ama çok güzel; limonata az şekerli, hafif ekşi gerçek limonata; yanındaki kurabiye tarçınlı bademli, dışı incecik kıtır bir kabuk, içi yumuşacık; fiyatlar İstanbul'da lüks cafe-restaurant ayarı. Konaklama fiyatını sormadık bile...Kısa Datça turumuzu tamamlayıp kendimizi Hayıtbükü'ne bir atışımız var ki sormayın, sanki evimize döndük de bir oh! çektik; kendimizi denize zor attık.

5.9.08

Knidos

İki gün Hayıtbükü'nde deniz-güneş keyfi yaptıktan sonra çevreyi gezmeye çıktık. İlk durağımız olan Palamutbükü'nde kendimizi denize atıverdik. Burası daha geniş, tamamen Akdeniz'e açık, iri çakıl taşlı bir koy, daha hızlı derinleşen, daha çırpıntılı bir denizi var. Sahilin arkasından bir yol geçiyor, hemen arkasında da pansiyonlar, restoranlar, küçük marketler var.Kuruyup yola devam ettik. Tepeye çıkar çıkmaz Yakamengen tabelalı bir binaya rastladık. Yemeklerinin methini daha önce duyduğumuz için durup bir bakalım dedik, ama karşısındaki küçük bahçede oturan birkaç kişi oranın Haziran başında açıp Ağustos sonunda kapandığını söyledi. Biz de karşısındaki küçük dükkandan bal aldık. 4 tane 1 kiloluk çam balı -çünkü Shrek en çok çam balını sever-, bir küçük kavanoz da portakal çiçeği balı alıp yola devam ettik.

Yol gitgide daraldı, manzara gitgide güzelleşti.

En sonunda Knidos karşımıza çıktı. Hemen yanındaki incecik bir geçit, antik kenti burundaki tepeye bağlıyor. Bu geçidin kuzey tarafı Ege, güneyi Akdeniz. Ege tarafında daha korunaklı ikinci bir iç liman oluşturmuşlar. Okuduğuma göre eskiden kuzey tarafı askeri liman, güneyi ticari liman olarak kullanılıyormuş; şimdi güneyi turistik -hoş ne farkı var ki?

Eskiden çok heykeller varmış, şimdi sırf taşlar kalmış. Ogün'ün annesi öyle diyor. British Museum'daymış buradan gidenler... 5000 kişilik anfitiyatroyu kaldırıp götürememişler herhalde; onu götürseler de arkasındaki muhteşem manzarayı götüremezlerdi zaten. Buradan götürülen mermer blokların Dolmabahçe Sarayı'nın yapımında kullanıldığı söyleniyor. İnanması güç...


Japon turistler gibi sürekli suratımda fotoğraf makinasıyla dolaşmıyorum; sadece bloga onları koyuyorum. Geçerken gören birilerinin beni tanıyıp bütün hayatımı öğrenmesini istemiyorum ya ondan... Mahlas kullanan yazarlar gibi. Ama bir yandan da kendini ortaya koymak için dayanılmaz bir dürtü insanı dürtüyor olsa gerek; yoksa bu manzaranın "bensiz" versiyonu da var...

Knidos veya diğer adıyla Domuzboynu Feneri de hayalleri süsleyen muhteşem bir görüntü sunuyor. Deniz fenerleri romantik çağrışımlarını neye borçlu acaba? Denizcilere yol göstermelerinden mi, yoksa münzevi bir fenercinin orada yaşadığı düşüncesinden mi?

Antik kenti dolaşmayı bitirip boyundaki kafeterya-restorana gittiğimizde bir otobüs dolusu folklorik kıyafetli gence rastladık. Meğer 2.Datça-Knidos Halk Dansları Yarışması kapsamında gelmişler. Knidos'ta Yakutistan halk dansları izledik. Absürd değil mi?

4.9.08

Hayıtbükü

Hayıtbükü tam hayalimdeki gibi, kaldığımız yer de öyle. Ortam'da değil, Ogün'de kalıyoruz. Hayıtbükü'nün küçücük sahilinde topu topu üç tane pansiyon var zaten. Soldan sağa sırayla, Ogün, Ortam, Serenity... Hepsinin restorantları var, hepsi denize iki adım. Ogün'de kalıyoruz, çünkü Ortam'ın odaları öne bakmıyormuş (galiba taş evleri bakıyor), Serenity'de de yer yoktu. Ama isabet olmuş, çünkü diğerlerinin önündeki gölgede yayılma, internete bağlanma alanları biraz daha dar; buna karşın terasları var. Tercih meselesi...

Odanın penceresinden denize doğru bakınca aşağıdaki gibi görünüyor. Denizden sonra 6-7 metre genişliğinde bir kumsal, dar bir yol, arkasında bu gördüğünüz ağaçlı taş bahçe, hemen arkasında da odaların bulunduğu bina var. Şu anda da bir masaya yanyana oturduk, önümüzde laptoplar, ben bunları yazıyorum, Shrek çalışıyor.
Denize uzanan iskeleden kıyıya doğru bakınca da böyle görünüyor:

Küçük iskeleye yanaşan yatlar öğlen ve akşam yemeklerini burada yiyor. Yabancı gruplar çoğunlukta. Ogün ve kardeşi Semra'nın adamı kıskandıracak düzeyde İngiliz aksanlı İngilizcelerinin de payı var herhalde bu durumda.

Gece olduğunda kumsaldaki şezlonglar kenara toplanıp isteyenlere masa kuruyorlar. Biz iki akşamdır orada yiyoruz. Öncesinde Shrek günbatımı fotoğrafı çekmek üzere tripodunu kuruyor; sofra donanıncaya kadar bir dolu deneme yapıyor. Bir kısmında ben de ona modellik yapıyorum. Aşağıdaki onlardan birinin yarısı.

İşte böyle...

2.9.08

Cunda'da Poyraz

Pazar günü yola çıktık. Saat kurmadan kaçta uyanırsak o zaman, çünkü tatil yavaşlamak demek. Saatimi evde bıraktım. Cep telefonundan kurtulmak mümkün değil. Bilgisayarım ise tatilde oyuncağım.
Eskihisar-Topçular feribotu, Yalova-Bursa, Karacabey sapağına kadar araba yolu biliyor zaten, ama bu kez Shrek kullandı, ben bakındım. Yanda oturunca ne kadar farklı yollar... Yaklaşık 40 kez filan geçmişimdir o yoldan Erdek'e gidip gelirken, koskoca Uluabat gölünü bu kez fark ettim, daha önce hiç görmemişim! Karacabey'den hemen önce Balıkesir'e yol ayrıldı ve güzergah tanıdık olmaktan çıktı. Susurluk'ta yer değiştik, arabayı ben kullanmaya başladım. Edremit'e döndükten sonra yol daha dar, azıcık virajlı harika bir orman yoluna dönüştü, tam benim kullanmayı sevdiğim tarzda bir yol yani. hızlı gitmenin zaten pek mümkün olmadığı bir yol. Ayvalık'a sapana kadar da çok hoş bir yoldan gittik.
Ayvalık'a geldiğimizde arabayla sahilden bir tur attıktan sonra Cunda'ya geçtik. İkimizde en son 25 sene önce görmüşüz Cunda'yı. Ben hatırlamıyorum bile, Shrek ise çok değişmiş buldu haliyle. Sahilde bir otoparka bıraktık arabayı. Yürüyerek biraz dolaştık, birkaç otel ve pansiyona girip baktık, en sonunda sahildeki Ortur Restorant'ın üstündeki odalardan birini tuttuk. Diğerleri belki daha hoştu ama deniz gören balkonları yoktu. Diğerlerinden birinde kalmış olsaydık sabah Shrek uyurken balkonda oturup kitap okuyamaz, aşağıdaki fotoğrafı çekemezdim. Gördüğünüz gibi Cunda'ya sonbahar değil, neredeyse kış gelmiş gibiydi. Sert kuzey rüzgarları denizi kabartmış, rengini koyultmuştu. Akşam yemeğimizi de Ortur'da yedik. Diğerleri daha bir pırıltılı görünüyordu ama kaldığımız yerin restorantı olduğu için ona iltimas geçtik. Sabah kahvaltımız da pek havalı değildi, ev yapımı reçeller yoktu, ama ben zaten reçel yemiyorum, hatta ekmek de yemiyorum:) Cunda'nın meşhur Taş Kahve'si de hemen kaldığımız yerin yanıbaşındaydı, ikinci çayları orada içtik, fotoğraf çekerek tabii.
Biraz daha dolaştıktan sonra Ayvalık'a geçtik. Sokak aralarında fotoğraf çekerek dolaştık. Sizce de aşağıdaki ehliyet tabelasındaki kız Gilmore Kızları'nın Rory'si değil mi?
Meşhur Güler Tatlıhanesi'ni bulup lor tatlısı ve sakızlı kurabiyenin tadına bakmadan olmazdı. Bu deneyim uğruna karbonhidrat bile yerdim. Sahile çıkan yürüme yolu üzerinde Güler Tatlıhanesi tabelasını gördük, ama kapısında da Yeni Güler yazılı bir tabela vardı. Yoksa, bu da esas Güler'in yanında işi öğrenmiş, onun ününden yararlanmaya çalışan bir kopyacı mı? Öz Güler, En Hakiki Güler gibi bir durumla mı karşı karşıyayız? Bu şüpheyle bakınırken Shrek oradan geçen, efendi görüntülü yaşlıca bir çifti durdurup "Güler Tatlıcı'sını biliyor musunuz?" diye soruverdi. Onlar da birbirlerine bakıp, "bilmem ki, o nerede acaba? sen biliyor musun?" diye birbirlerine sordular, oysa hemen önünde duruyorduk. Sonra kadın 10m ilerdeki bir yeri işaret ederek "ben bir şey alacağım zaman İmren'e giderim, en iyisi oradadır" dedi. "Aa" dedik, "halbuki İstanbul'da bilineni Güler". Kadın "gazetede filan mı okudunuz?" diye sordu, "eh, öyle sayılır" dedik. Sonra da "madem öyle, biz de İmren'i deneyelim, onun hakkında yazarız" deyince "gazeteci misiniz?" diye sordu, "yok, internette artık herkes yazıyor" dedik ve İmren'e doğru ilerledik.
Lor tatlısı çok güzel, ama höşmerim dedikleri tatlı bence çok çok daha güzel. Tepsiye iki parmak kalınlığında dökülmüş, dilim dilim kesilerek servis yapılıyor. Susurluk'ta yediklerimden çok farklı, çok hafif, çok güzel. Sakızlı kurabiyeleri ise çay yanında daha sonra yemek üzere yanımıza aldık. Geçerken Güler'e de baktık; küçücük dükkan o kadar kalabalıktı ki zor yetişiyorlardı. Ben oradan da alalım, kıyaslarız dedim ama Shrek "istersen çift kör plasebo kontrollü klinik çalışma yapalım" diye dalga geçince vazgeçtim. Zaten karbonhidrat komasına girmezsem iyidir. Onun yerine fotoğraf turuna devam ettik.
Öğleyi biraz geçe Ayvalık turunu kesip İzmir'e doğru yola çıktık. Bergama'dan geçerken Akropol'e çıkmaya karar verdik. Shrek daha önce çok gelmiş ama ben geldiysem bile hatırlamayacak kadar küçüktüm herhalde. Onun dediğine göre bu kadar güzel bir zamanı kolay kolay bulunmazmış; hem güneşli, hem serin, hem kalabalık değil. Oysa ben hep böyle hatırlayacağım:) Burayı gezdikten sonra bir kez daha hayret ediyorum, Almanların koskoca Zeus Tapınağını kaldırıp Berlin'e götürmüş olmalarına, orada yeniden inşa edip Berlin'deki Pergamon Müzesi'nde sergiliyor oluşlarına şaşmamak mümkün mü? Bir yandan milliyetçi bir damarım kabarıp "nasıl yaparlar, burada olmalıydı" filan diyor ama öte yandan yüz yıl önce değerini bilip korumak, sergilemek istemişler, belki de hak ediyorlar diyorum içimden. En azından üstüne yazı yazıp ortasına tuvalet yapmıyorlar, Sümela gibi mahvetmiyorlar.

30.8.08

Öncesi-Sonrası

Sonunda bitti:) Söz verdiğim gibi "öncesi-sonrası" fotoğraflarını paylaşıyorum. "Öncesi" fotoğrafları 2 sene önce evi alırken çektiklerimiz, tadilata başlamadan önce çekmeyi akıl edemedim nedense. Hoş alt kattaki komşu tavanım kabardı diye şikayet etmese, tesisatçılar küvet kırılmak zorunda demese hiç kalkışmazdık, eski meski ama idare ediyordu işte... Eski evsahibinin aynasını çok sevdiğim için onu kullanmaya devam ettiğime de dikkatinizi çekerim. Yapmışken güzel olsun, modern olsun diye hemen bitişiğindeki küçük tuvalet de yenilendi. Küçük tuvaletteki duşu iptal ettirip dolap ve çamaşır makinesini koyacak yer çıkınca banyo dolapları da daha şık olabildi.

Aşağıda da küçük tuvaletin öncesi-sonrası... Tabi soldaki yine biz evi almadan önce çekilmişti. Benim ilk yaptığım şey de perdeleri sökmek oldu. Buradaki aynayı da ne yazık ki almışlardı, yoksa kesinlikle onu da hala kullanıyor olurdum.

Böylelikle banyodaki kozmetik, saç kurutma makinası, havlu gibi şeylerin duracağı dolap da daha zarif olabildi. Aşağıda solda, küçük tuvaletteki işlevsel dolabı, sağda da onun sayesinde daha şık ve zarif olabilen banyo dolabını görüyorsunuz. Onun yerinde eskiden çamaşı makinesi ve kozmetik-havlu dolabı duruyordu.
İşte böyle... Kalan eksikler, banyodaki aynanın üstüne aplik, lavabo dolabının üstüne sabunluk vs seti ve havlupanın önünde duracak şık bir çamaşı sepeti, ama hiç acelesi olan şeyler değil, bir gün rastlanılıp alınacak şeyler.

24.8.08

Yaz Yorgunu

Nasıl bir yorgunluk bu anlamadım. Cuma gecesi 00.30 gibi yattık; sabah bir uyandım ama yeniden daldım ve esas o son bölümde dinlendiğimi hissettim. Zannediyorum ki ilk uyandığımda haftaiçi 7'de uyanmaya alışık iç saatim uyandırdı, ikinci parti uykudan sonra saat 10 filan oldu. Panjurlar da kapalı, ne kadar zamandır havanın aydınlık olduğunu sezme şansım da yok. Shrek sonunda kalktı, ben neredeyse tekrar uyuyacağım. İçerden seslendi, "saat kaç biliyor musun? 1!!". Bende bir kalkacağım da ne olacak hissi var zaten bir süredir...
Öğleden sonra biraz banyo dolabı yerleştirme, biraz kitap okuma, kitap okurken biraz daha kestirme şeklinde geçti. Akşam Shrek bir arkadaşımızı hatır sormaya aradı, o da hadi yemeğe gelin deyince atlayıp gittik. O kadar uyuyunca gece yatmamız bu kez 2.30'u buldu. Neyse ki Pazar sabahı 10 gibi kalktık da bütün gün uykuda geçmedi. Geçen gittiğimizde aldığımız bir şeyi geri vermek için Ikea'ya gittik ve birkaç ıvır zıvır alıp eve döndük. Neredeyse yine uyuyacaktık ki bir film seyretmeye başladık da uyanık kalabildik.
Tatile ihtiyacım var. Beynimi boşaltmaya, uyanmaktan zevk almaya, bir şeyleri istemeye, mesela "hadi denize girelim" filan demeye ihtiyacım var. Kalacağımız yer hemen deniz kıyısında olsun, kahvaltıdan önce bir yüzüp çıkıverebilelim, denizi tertemiz, pırıl pırıl olsun, su ne çok soğuk, ne sıcak olsun, öyle çok katlı otel, tatil köyü filan değil, küçük bir motel, hatta pansiyon olsun. Adında "beach" geçmesin, kahvaltısı güzel olsun, "ben ekmek, reçel yemiyorum, bana omlet yapar mısınız?" diyebileceğim bir ortam olsun, ama odalarında klima da olsun. Önünde küçük bir kumsalı veya taşlığı, üstünde tahta şezlongları, saz şemsiyeleri olsun.
Datça'da veya yakınlarında böyle bir yer var mıdır acaba? Shrek'in Ege-Akdeniz kıyılarında görmediği bir orası kalmış; ben çook yıllar önce gördüydüm ama hatırlamıyorum bile. Selimiye tarafını tavsiye edenler oldu ama fotoğraflarına bakınca deniz öyle akvaryum gibi değil sanki. Eminim güzeldir ama ne de olsa Datça'ya kıyasla içerde kalıyor, daha kapalı bir koy...
Eylül'ün ilk veya ikinci haftasında 9-10 günlüğüne gidelim diyoruz. Dönüşte belki yolu bölmek için Ayvalık'ta 2-3 gün kalırız.
Tavsiyesi olan varsa sevinirim...

19.8.08

40 Yaşından Küçükler Giremez

Uzun süredir gördüğüm en neşeli, en sempatik film... Mamma Mia!
Başından sonuna Shrek'le elele, ikimiz de başından sonuna gülümseyerek, zaman zaman bir kahkaha atarak, hatta ben oturduğum yerde dansederek seyrettik.
Ama bu kadar zevkle seyretmek için gençliğinde Abba dinlemiş, onların şarkılarıyla dansetmiş, Grease, Hair gibi müzikallere üçer beşer kez gitmiş, tüm şarkılarını ezberlemiş olmak lazım.
Benim yanımda oturan, yirmili yaşlarının başlarındaki, Meryl Streep çıkınca "aa bu Şeytan Prada Giyer'deki kadın değil mi?" diyen kızlar sıkıntıdan patladı mesela.
Meryl Streep'i zaten çok severim, yine muhteşemdi... Bu kez oyunculuğunun yanısıra şarkılarıyla, danslarıyla hayran bıraktı kendine. 59 yaşındaki Meryl Streep'in karşısında 55'lik Pierce Brosnan daha yaşlı duruyor valla. Meryl Streep daha 50'sine gelmemiş Colin Firth'ü bile cebinden çıkarır üstelik.
Fazla anlatmayacağım, gidin görün, ama sözüm veteranlara:)

18.8.08

Misafir Projesi

Esas banyo hala bitmedi (dolapları bitmediği için) ama küçük artık tamam. Pembe cam bardak ve çanaklardan bir grup yapıp aynı renk bir havlu asarak süsledim bir de. (Öncesi-sonrası yazısı öbürü de bittikten sonra) Birkaç tane gri veya beyaz el havlusu almalı. Gri veya beyaz, pembe değil ki aynı seriyi büyük banyoda da kullanabileyim. Misafir geldiğinde nasıl olsa öncelikli olarak banyoya yönlendirip ancak o doluysa küçük olanı göstereceğiz. O kadar itibar gösterdiğimiz, iyi ağırlamaya çalıştığımız insanları niye daracık yere sokalım ki? Bu Pazar günkü misafirlerimizin başka şansı yoktu tabii.
Shrek’in maket tren grubundan tanıştığı bir arkadaşı ve eşi bize geldiler. Onların evine iki kez birlikte gitmiştik zaten, yani eşiyle de tanışıyoruz. Karı-koca bankacı, çok zeki, çok efendi, çok alçakgönüllü insanlar. Onlarla hoş vakit geçirmenin ötesinde ikram edeceklerimizi planlamak ve hazırlamak da başlı başına bir eğlence benim için. Her misafiri bir proje gibi ele alıyorum ya...
Haftasonu geç kahvaltı edildiği için normalde biz öğleden sonra 4-5 sularında öğle-akşam yemeği arası bir öğün yapıp günün yemek faslını kapatırız zaten. Ancak gece acıkırsak ufak bir atıştırma olabilir. Onlar için de aynı olacağını düşünüp yemek kadar ağır ve detaylı olmayan, ama çay yanında yenebilecek bir menüde karar kıldım. Hamurişi ağırlıklı olmaması da ayrı bir kriter tabii. Yapması zor olmamalı. Ayrıca sunumu şık olmalı. Gösteriş yapar gibi sekiz çeşit olmamalı. Proje dedim ya detay çok...
Sonuçta ortaya ıspanaklı kiş, rokalı közlenmiş domates salatası ve maydanoz soslu közlenmiş biber ve ızgara patlıcan çıktı. Evde (yeni) yapılmış bir ekmek de güzel olurdu ama onu araya sıkıştıramadım, geçen haftaki focaccianın kalanını buzluktan çıkarıp kızarttım.
Fotoğraflar biraz aceleye geldi, sofraya götürmeden önce çaktırmadan çekiverdim.
Kiş tarifi her yerde var zaten. Hamuru 2 bardak un, 150 gr tereyağı, 1 yumurta sarısı ile yapıp buzdolabında dinlendirdim. Biraz kızarana kadar pişirip üstüne kavrulmuş ıspanak, bir küçük kutu krema, 2 yumurta, tuz, karabiber, muskat karıştırıp koydum. Üst harcına lor peyniri koyacaktım ama unuttum.
Rokalı közlenmiş domates salatasının ise tarifi isminde. Küçük rio domatesleri yarıdan kesilip kesik kısımları üste gelir şekilde tepsiye diziliyor; üstlerine zeytinyağı, incecik dilimlenmiş sarmısak, çekirdekleri çıkarılmış siyah zeytin, tuz, karabiber konup 15 dk fırınlanıyor. Roka ile karıştırıp, üstüne süs niyetine eski kaşar yaprakları atılınca, bir de limon-zeytinyağı, işte tamam.


Maydanoz soslu közlenmiş biber ve ızgara patlıcanın da tarifi isminde ama maydanoz sosunu anlatmak lazım. Yarım demet maydanoz, bir limonun suyu, limon kabuğunun rendesi, zeytinyağı, biraz dolmalık fıstık, biraz eski kaşar rendesi, tuz, karabiber... hani neredeyse maydanoz pestosu. Bu sosu maydanoz-zeytinyağı-soya sosu üçlüsüyle de yapmıştım ama o zaman daha keskin oluyor, böyle daha salata gibi.
Akşam misafirlerimiz gittikten sonra Shrek şimdiye kadar gördüğü en iyi akşamüstü ikramı olduğunu söyledi; şık, sıradışı, lezzetli, hafif... Ben de dört köşe tabii.

10.8.08

Haftasonu Gevezeliği

Hayır, diyeti bozmadım. Hatta Cuma gününden bu yana her tartıya çıktığımda (sabah-akşam) -7 ,5 kg'da olduğumu görünce daha beter havaya girdim. Ben yemiyorum diye bir süredir eve ekmek almayı unutur oldum. Cumartesi sabahı kalkıp buzlukta hiç ekmek kalmadığını görünce Shrek için acele yollu bu kahvaltılık ekmek/muffin/pişi arası şeyleri yapıp ben dokunmadım bile. Ama haftasonu şerefine, haftaiçi sadece peynirden ibaret olan kahvaltıma menemen eklemiş olmak ziyafet gibi geldiği için hiç de özenmedim doğrusu. Tarifi burada. Kolay kolay bir şeyi beğenmeyen Shrek çok beğendi, kahvaltıda üçünü, akşam yemeğinde kalan üçünü yedi bitirdi. Yarım ölçü yaptığım için sadece 6 taneydi zaten. Yumurta oranı fazla olduğu için istediğim kiloya indikten sonra benim de beslenme düzenime uyar diye düşünüyorum.
Shrek'in Fransa'dan üç günlüğüne gelmiş bir arkadaşı ve ailesini Pazar sabahı Boğaz'da kahvaltıya davet etmiştik. Karı-koca-üç çocuk oldukları için (dolayısıyla hep birlikte arabaya sığmayacağımız için) önce beni gazetelerimle birlikte Hisar'a bırakıp onları almaya Taksim'e gitti, ama Ayasofya'nın Pazartesi kapalı olduğunu öğrendikleri için öğleden önce oraya gitmek istemişler. Shrek de onları Ayasofya'ya bırakıp öyle geldi. Bahaneyle Hisar'da kahvaltı etmiş olduk.
Akşam yemeği saati yaklaşırken evde ekmek olmaması yeniden gündeme geldi. Shrek "dünkünden yapsana yine" dedi ama başka bir şey deneme fırsatını kaçırır mıyım hiç? Hızlı yapılacak bir tarif için hızlı bir internet turu attım ve focaccia denemeye karar verdim. Onun tarifi de burada. Shrek "bunları tekrar yapılacak başarılı tarifler olarak defterine yazıyorsun değil mi?" dedi; demek ki çok iyi olmuş.

Haftasonlarını kısa tatiller olarak geçirmek lazım, ama biz ne yapıp edip başka bir işler buluyoruz galiba. Bu haftasonu da Shrek'in haftaiçi vereceği eğitim slaytlarını hazırlaması gerekiyordu. O yüzden ekmek yapmak dışındaki bütün zamanımı ya ona yardım ederek, ya da yanında oturup internette dolaşarak geçirdim. Şu aralar ev organizasyonuna taktım ya kafamı, sürekli organizasyon/dekorasyon fikirleri veren siteleri okuyorum. Bahçeli bir evde kocası, üç çocuğu, bir kedisi ve bir köpeğiyle yaşayıp dikiş-nakışla hayatını kazanan Amerikalı kadınlardan sıkıldım; onları okumuyorum. Yeni bir fikir değil ama en sonunda uygulayacak vakit bulduğum için ayakkabılarımın fotoğraflarını çektim, "imelda" isimli bir dosya açıp hepsini içinde topladım. Antredeki ayakkabı dolabının içindeki raflarda, bir kısmı kutuların içinde, bir kısmı açıkta duruyor. Fotoğrafları basıp kutuların üstüne yapıştırarak hepsini dağıtmadan aradığımı bulabileceğim. Kutuları bir örnek hale getirmek de hoş olurdu, ama o kadar delirmedim daha. İtiraf etmeliyim ki, bu organizasyon sevdasında, Hotiç'in seri sonu mağazasından altı çift ayakkabı almamın payı büyük. Geçen sezon diye 29 ve 39 YTL'ye düştüklerini görünce gözüm döndü. Biliyorum, çok abarttım, ama haksız mıyım?
Ayrıca bu yaz ne sezonda, ne ucuzlukta kendime hiçbir şey almadım (-mıştım). Ben dükkanlarda bir tur atacak vakit bulana kadar bir şey kalmamış zaten. (Bu da bahanesi) Shrek sağ alt köşedeki siyah platformluyu kutu içinde tutmamı istedi. görmeye tahammül edemiyormuş:)) Ama diğerlerini beğendi. "Sabahları kıyafet seçme ve bulamadığın için söylenme faslına bir faydası olacak mı?" diye sordu. E evet, en azından altına uygun ayakkabı olmadığı için giyemediğim şeylerim kullanıma girecek, bu da sabah dolap-önü sendromunu hafifletecek tabii... öte yandan, hepsi işe uygun değil, farkındayım.
Bu hamaratlığın bir nedeni daha var; kendimi ve evi İpek Hanımsız yaşama alıştırıyorum. Geçen Ekim'de, Nemo gelecek, akşamüstü okuldan geldiğinde her gün onu karşılayıp ben gelene kadar 2 saat ilgilenecek biri gerekecek diye İpek Hanımı bulmuştuk. Sonra Yargıtay işi ortaya çıkınca haftada 3 gün diye anlaştıydık; bir daha da üstünde konuşmadık. Ama baktım hem dünyanın parasını veriyoruz, hem de kadın sıkıntıdan birşeylerin yerini değiştiriyor, kendine göre organize ediyor, her eve geldiğimizde bu sefer ne yaptı acaba diyerek endişeyle içeri giriyoruz. Özellikle Shrek o kadar kızıp kendi kendine bağırıp çağırıyor ki, ben daha çok alevlendirmemek için kendi kızdığım şeyleri içime atar olmuştum. Tamam, bizim evde çok ıvır zıvır var, toplayayım derken saklamış oluyor, niyeti iyi aslında, ama ben bu sinir harbine dayanamıyorum artık. Neyse, sonuçta İpek Hanımı arayıp "belli ki Nemo'nun bizim yanımızda yaşamasına daha bir sene var, sırf ev işi için haftada üç gün gelmene de ihtiyacımız yok, haftada bir gelirsen sevinirim, başka bir sürekli iş bulursan onu da anlarım" dedim; şimdilik haftada bir gelmeyi kabul etti. Zaten o toplayacak nasılsa diye iyice tembelleştiydim. Halbuki birikmeden toplayınca veya kolay toplayacak şekilde organize edince çok daha mutu oluyorum. Neredeyse yirmi senedir nasıl yapıyorduysam yine öyle işte...
Henüz çözemediğim bir şey var yalnız; bizim sitede görevliler çöpleri 9-14 ve 16'da alıyor, çöpü daha erken dışarı koymak da yasak, kapılara "bazı sakinler çöpü erkenden kapının önüne koyuyor, akıyor, kokuyor, sakın yapmayın" diye yazılar astılar. Gerçi bizim çöplerimiz akıp kokmuyor, çünkü çöp öğütücümüz var, ama ben yine de sokak kapısının dışında duracak, çöp kutusuna benzemeyecek bir şey, mesela dekoratif bir sepet içinde saklı çöpkutusu arıyorum; daha doğrusu dışarılarda gezsem arayacağım. Üstü hasır kaplı çöpkutuları gördüm ama kenarlarında kapak açma pedalıyla ben çöpkutusuyum diye bağırıyorlardı, istediği kadar dekoratif olsun... Karşı komşumuzun kapısının önünde, üzerinde süsler olan dev bir damacana duruyor, göz deliğinin üstüne asılı bir de kocaman süs var, yani pek özenli, pek süslü; ben öyle küt diye bir çöpkutusu koyarsam olmaz. Hatta gidip karşı komşunun kapısının bir fotoğrafını çekeyim de tam olsun...
Yazının başlığını "Haftasonundan Haberler" diye atmıştım, ama bu haberden çok gevezelik oldu...

4.8.08

Haftadan Haberler

Sonunda lavabo altı dolabını (rafı demek daha doğru aslında) ve diğer banyo dolabını bugün ısmarladım. Adam 20 gün sonra teslim ederim dedi, ama ben ısrar edince sonunda 15 güne peki demek zorunda kaldı. Ne acelem varsa...
Yeni hakim Nemo'nun mahkeme sonlanana kadar benim yanımda kalmasını istediğim tedbir kararını reddetti. Bir dilekçe daha verdik, bu kez kişisel ilişki talebiyle (bu, yaz tatili için bir süre ve kışın haftasonları almaya razıyım demek). Hakim ertesi gün tatile çıktığı için dileçeye bakmak nöbetçi hakime kaldı. Bugün Kalem'le konuştum, "nöbetçi hakimin karar vermesi zor, ama ümit kesilmez" dediler. Reddetmesi değil de, bir karar vermeye çekinmesi ihtimali yüksek. Yarın sabah yine arayacağım, olmazsa atlayıp Sirkeci'ye gideceğim. Öyle de çok işim var ki ofiste, yarın iki, öbürgün bir konferans görüşmesine girmem lazım, hepsi birbirinden önemli.
Susan Miller Ağustos falımda "6 Ağustos civarında (4 gün öncesinden 10 gün sonrasına kadar), akraba veya komşu gibi biriyle ateşli bir tartışma" olacağını söylüyor. Ümitlerimin boşa çıkması da muhtemelmiş. İnsanlara tımarhaneden kaçmış gözüyle baksam fena olmazmış. Bu kadar ateşli bir konu ortaya çıktığında, karşıdaki belden aşağı vuruyor gibi gelebilirmiş. Bu kişiyi tahrik edersem (ya da etmesem bile) şiddetli, tuhaf, ölçüsüz, ve muhtemelen hayal bile edilemez bir karşılık görecekmişim. "Kaplanı uyandıracak hiçbir şey yapma - bırak uyusun" diyor. Bu bir deyim olsa gerek. Aklıma tek gelen aday Mammut tabii. Nöbetçi hakim tedbir kararı verecek, Mammut da bunu duyunca delirecek mi acaba? Ama banyo dolapları daha bitmedi ve banyoya girmesi gereken bütün ıvır zıvır Nemo'nun odasında yığılı...
Shrek'in eşyalarını taşıdığımız zaman düzenleyecek, fazlaları atacak zaman ayıramamıştık. Şimdi kapalı balkona yığdığımız alet edevatı düzenledik, ikea kutulara koyduk, hatta ben üstlerini etiketledim. Kablolar-HiFi, elektrik malzemeleri, şarj cihazları, havye takımı, boyalar-vernikler, tutkallar, el aletleri, vidalar, maket tren diarama malzemeleri, slaytlar ve slayt makinesi, kayak portbagajı ve daha neler neler... Benim de boyalarım, kırtasiye malzemelerim, oyuncak ağaç işleme tezgahım, boncuklarım, yünlerim ve dergilerim olmasa belki bu kadar malzemeyi saklamayı anlamayabilirdim ama tencere dibin kara, seninki benden kara:)
Bir dolu şey de çöpü boyladı bu arada. Hatta en son 1991'de Açıkdeniz Yarış Klubü'nün verdiği trofe plaketini bile attım. Tümden yok etmeye gönlüm razı gelmedi, atmadan önce fotoğrafını çektim. Ödülü alırken çekilmiş birkaç fotoğraflar da var zaten. Halbuki bir zamanlar ne kadar değerliydi. 90-92 senelerinde yarıştığım yatın ekibinin belki de en sadık üyesi olarak nasıl da gurur duyardım; kendimi gerçek bir yelkenci, gerçek bir ekip üyesi gibi hissediyordum. Oysa eş kontenjanından ekibe alındığım aşikar. Zaten eş bir bahaneyle gelmediği halde benim gittiğim tek bir yarış oldu; sonra da ekip tümden dağıldı. Şimdi birkaç fotoğraf, hala atamadığım bir yelken kıyafeti, hatta 470 yaptığım yarım sezondan kalma bir trapez yeleği ve yelken çizmesi duruyor hala. Bir sonraki temizlikte onlar da gider.
Ben plaketi atayım artık diye Shrek'e bahsederken içimde bir tür kızgınlık olduğunu fark ettim. Pek göstermiyordum sanırım ama ben ekibe gerçekten değer veriyordum, yarışmayı seviyordum, oysa hayatımdan yok olup gittiler. O zaman Shrek de geçen gün Süzmebal'ın adada diğer çocuklarla olan dialoğunu anlattı. Salda yanlarına gidip arkadaşlık etmeye çalışıyor, onlara birşeyler söylüyor, onların peşinden denize atlayıp çıkıyormuş; sonra diğerleri öbür sala veya karaya gidiyor, Süzmebal bir süre sonra farkedip peşlerinden gidiyormuş, ama hiç bozuntuya vermeden. Babasının yanına geldiğinde de onlardan "arkadaşlarım" diye bahsediyormuş, ama diğerlerinin ilgilendiği filan yokmuş. Sen de o hesap dedi bana... O zaman öyle gelmemişti ama haklı galiba.
Unutmadan eklemek istediğim bir konu daha var. Şu benim et-yumurta-peynir-ot (modifiye Atkins) diyeti sonucunda verdiğim kilolar 6,5'ta takıldı kaldı, bir türlü inmeye devam etmiyor, ama geçen haftaki check-up'ta da aklandı. HDL'm (iyi kolesterol) 67'ye yükselmiş, check-up doktoru spor yapmadan normalde 60'ın üstüne çıkmaz, ne yapıyorsanız aynen devam edin dedi.

29.7.08

Tatilsiz Yaz

Bu akşam yine adadayız. Akşam iş çıkışı arabayı Bostancı’da bırakıp 18.20 motoruna bindim. Kabataş’tan geçmedim çünkü yarın sabah Gebze’deki John Hopkins Hastanesinde check-up’a gideceğim. Sözde şirketimiz yöneticilerinin sağlığını gözettiği için her yıl check-up yaptırıyor. Bence esas amaçları yanlış adama yatırım yapmamak.
Tam motordan inerken baktım Süzmebal beni karşılamaya gelmiş; Shrek de az ilerde çay bahçesinde oturuyordu. Birer adaçayı içip eve çıktık. Bisikletle gelmişler ama Süzmebal önden giderken Shrek benimle yürüdü. Bir parça kuzu etini soğanla kısık ateşte bırakıp çıkmış, eve geldiğimizde yemek hazırdı. Ben salatayı yaparken o da çayı koydu. Balkonda sofra kuruldu hemen. Genellikle yemekten sonra Değirmenburnu'na yürüyüp çayımızı orada içiyoruz ama bugün evdeyiz. Bu satırları da balkonda çay eşliğinde yazıyorum. (Yukarıdaki fotoğraf Değirmenburnu'na yürümeye üşenmediğimiz bir akşamdan.)
Banyo tadilatı macerası hala sonlanmadı. Banyoda klozet, küvet ve kabin, küçük tuvalette klozet ve lavabo var. Shrek eski Fransız evlerindeki gibi önce birine gidip, sonra ötekinde ellerini yıkıyor, çünkü küçük tuvalete sığmıyor:). Çünkü ben asma klozet diye tutturdum ve asma klozetin arkasındaki dişi öyle daha güzel olur diye 15cm derinliğinde yaptılar. Oysa ben duvarın içine sığacağını sanmıştım. Şimdi tuvalete oturmak için lavabonun kenarından hafif dönerek geçmek gerekiyor.
Başka talihsizlikler de oldu tabii. Örneğin duvar seramiklerinin teslim edildiği günün akşamında Shrek “Aa, beyaz mı olacak? Gri dememiş miydik?” dedi. Hem de o adada, ben evde, telefonla konuşuyorken... “Hayır, ya duvar beyaz yer gri, ya da duvar gri yer beyaz olsun demiştik; sonra yer gri olsun, beyaz zemini temiz tutmak zor deyip, duvar beyaz yer gri olsun kararı vermiştik, hatta o yüzden dün gidip gri yer seramiklerini aldık ya hani”. Yandaki fotoğrafı bulup çok beğendiğini söyleyince daha fazla ısrar etmedim. Ertesi günü elimizde yer seramiğinden numune, duvar karolarını değiştirtmeye gittik. Banyo yandaki gibi 10x30 antrasit, küçük tuvalet 5x10 orta gri döşendi.
Sonra seramikçiler çok kritik bir duvarı –ki zaten seramik döşenen üç duvar filan var- yanlış taraftan başlayarak döşediler. Ve ben -belki de hayatımda ilk defa inat edip- onları söktürüp baştan döşettim. Bir hafta kaybettik ama olsun.
Banyo dolaplarını ise hala ısmarlayamadık, çünkü diğer herşey bitsin ondan sonra model ve renk seçelim istedim. Benim internetten bulup bir dosyada topladığım gri yer ve beyaz duvarlı banyolardaki dolap modelleri artık geçerli değil çünkü. Sonunda bir model beğendim, ama teklif istediğim ilk yer hem ahşap olmaz, laminat yaparım dedi, hem de lavabo dolabı + uzun dolaba 1,900 fiyat verdi. Daha neler, neredeyse Vitra'dan alınır o parayla! Ben yarın Çağlayan'a gidip bir başka yerden daha teklif isteyeyim bari. Bir ay sonra ancak yerleşeceğiz herhalde. Bittikten sonra bir öncesi-sonrası yazısı yazarım artık.
Shrek Süzmebal’ı adada yüzme kursuna yazdırdı. Haftaiçi o da birkaç gün izin kullanıyor. Ben de çoğu akşam gidiyorum ama ertesi sabah erken saatte toplantım varsa evde kalıyorum. O da işi olup şehre inecekse annesiyle babasını çağırıyor. Süzmebal da haftaiçini babasıyla geçirip haftasonları annesine gittiği için hayatından memnun. Mantıklı, çocuklarının iyiliğini düşünen ebeveynlerin ayrılsalar da dengeli bir düzeni sürdürebileceklerine dair iyi bir örnek oluşturuyorlar. Mammuta inat...
Mammut bir kez aradı, “mahkemeyi kazansan bile kocanla birlikte çocuğunu büyütebileceğini mi sanıyorsun” ile başlayıp küfürlü bir tehditle biten kısa bir konuşma yaptık. Ardından annemi de arayıp, hakkındaki ceza davasını geri çekmesi ve benim evime götürmemem koşuluyla Nemo’yu ona bırakmayı teklif etmiş. İşin komiği –ya da acıklısı- annemin de aklını karıştırmış, ben ona güvenemeyeceğini hatırlatınca toparlandı ancak.
Galiba bu yaz görüşemeden geçecek. Yargıtaydan dönen dosyanın ilk duruşması Ekim’de. Hakim hanım taraflarla görüşmediğini söyleyerek beni dinlemedi. İlk duruşmadan önce tedbir kararı da vermiyor. Ben yine de izin günlerimi saklıyorum, ne olur ne olmaz... Bunun Nemo için ne büyük bir hayalkırıklığı olduğu fikrini aklımdan kovmaya çalışıyorum. Ofiste ve adada daha kolay da evde yalnız olunca çok zor.
Vapurla adaya gitmenin en güzel tarafı arka açıkta oturup yol boyunca kitap okumak. Önce Zülfü Livaneli’nin Sevdalım Hayat’ını bitirdim. Shrek’in annesi okuyup çok beğenmiş, tavsiye etmişti. Gerçekten de çok hoş. Akıcı bir dille anlatılmış, Türkiye’nin son 50 yılına tanıklık eden bir otobiyografi. Sonra Pınar Kür’ün Hayalet Hikayeleri’ni okudum. O da hoş, su içer gibi okunuyor. Bugün motorda Elif Şafak’ın Siyah Süt’üne başladım; pek beklediğim gibi değil sanki, ama daha çok başındayım.
İki hafta önce düğünümüz vardı; yeğenim, yani ablamın kızı evlendi. İki ay önce benden rica edip birlikte gidip eşyalarını evinden aldığımız çocukla. Umarım mutlu olurlar, umarım yeğenim çocuğun kendine uygun olmayan yönlerinin önemli olmadığını düşünerek gözardı etme kararıyla evleniyordur, umarım o yönleri değiştirebileceğini sanarak değildir. Öyle de hoş duruyorlar ki birlikte... Soldaki kızıl saçlı vamp benim:) Shrek'in annesiyle babası da geldiler, böylece sağ kalan amcam ve iki halamla da tanıştılar. Bir ara amcamın, yanında oturan Shrek'in annesine "ben en küçükleriyim" dediğini duydum; kadıncağız çok güldü, çünkü amcam en az 75 yaşında. Babamlar 8 kardeşti; biri daha ben doğmadan ölmüş, yavaş yavaş bitirdiler ömürlerini, üç kardeş kaldı hayatta. Yemeğe başlamadan önce amcam ve halalarımın, hatta amcamın eşinin çantalarından birer insülin iğnesi çıkarıp kendilerine yapmaları, sonra da gelen herşeyden yemelerine de çok şaşırdı, çünkü Shrek'in annesi de bir süredir diabet hastası ve sürekli diyette. Ailede evlenecek bir kişi kaldı, o da halamın 20 yaşlarındaki torunu. Umarım bir sonraki buluşmamız onun düğününde olur...
Sıcağı sıcağına yazmayınca böyle oluyor işte, konudan konuya seke seke dolaşılıyor, derinliksiz, ağırlıksız, yaz hafifliğinde.