31.1.06
Başını Serin, Ayağını Sıcak Tut
Bu arada niye kilo aldığımı veya veremediğimi bir kez daha anladım; sorun geceleyin ortaya çıkıyor ve kendimi kaybediyorum. Bir önceki hayatımı kıtlık zamanında, hayatta kalmak için bulduğu anda bulduğunun hepsini yemek zorunda olan biri olarak geçirdim sanırım :-p Şaka bir yana, bir yerde "mutsuzluk şişmanlatır" diye okumuştum. Evlendikten sonra kilo alan çiftlerin de düzenli hayattan filan değil "ifade edilemeyen kızgınlık"tan şişmanladığı söyleniyordu. Kendi içinde tam ve huzurlu olamayan kişi içini dışarıdan aldıklarıyla doldurmaya çalışıyor, başkalarının övgüleriyle, yedikleriyle vs. Bu açıklama benim aklıma yattı. Bugün de iyi başladıydı ama öyle bitmedi.
Sabah : kepekli ekmekten tost (150), Ara : 1 dilim ıslak mikrodalga keki (300), Öğlen : 2 ızgara köfte (150), soslu patlıcanlı salata (150), Ara : 1 elma (60), Akşam : 2 tabak kabaklı makarna (700) !!! Üstelik daha gün bitmedi...
30.1.06
Pazartesi Hali - Devam
Psikoloğuma son uğradığımda "kilo vermeyle filan uğraşma, takma kafana, zamanı gelince giderler, gelmezse de gitmezler, boşver" demişti. İyi tamam da yılbaşı, bayram tatili, kar fırtınası derken 1kg daha almışım. Nasıl umursamayayım, 1,5 senede 14 kg alır mı insan, insaf! Şule "ofiste hiçbir şey yemiyorsunuz, evde ne yiyorsunuz çok merak ediyorum" diyor. Gidip kendime yaramaz bir şey yapmamak için lafı uzatıyorum. Bugünü böyle kapatabilirsem başarılı bir gün sayılır çünkü.
Sabah : kepekli ekmekten tost (150)
Ara : 1 bardak portakal suyu (150)
Öğlen : ton balıklı salata (150) , 1 top tam ekmek (150)
Ara : 1 bardak ayran (100)
Arabada : 1 elma (100) , 1 muz (150)
Akşam : 1 kase sade suya yapay tatlandırıcılı yulaf ezmesi muhallebisi (150)
Tamam, portakal suyu ve muzu çıkarırsam ve 4 ay hep bunları yersem eski kiloma inerim :-p Evde tost yapacak ekmek bile olmaması iyi oldu. Gidip bir adaçayı içeyim bari.
Pazartesi Hali
"Durup korkuyla yüzleştiğiniz her deneyim, size güç, cesaret ve özgüven kazandırır." Eleanor Roosevelt
29.1.06
Pazar Hali
Ben de işe, anneme ve Shrek'e yakın bir yere taşınmak istiyorum, çünkü böyle uzak olunca bir şey almak için eve uğramaya bile üşenmeye başladım; hatta Shrek seyahatteyken bile burada kalmaya başladım. Zaten karşıda bir daire kiralamamın nedeni hem Nemo'yu karşıdaki hem iyi, hem güvenli bir özel okula yazdırmam, hem de güvenlikli ve aktiviteli bir sitede rahat edeceğimizi düşünmemdi (biraz da böyle bir eve gücümün ancak karşıda yetiyor olmasıydı tabii); annem de benimle kalıyordu nasıl olsa, onun evine uzak olmak sorun değildi. Akşamdan giyeceklerimi hazırlamış olduğum için sabah yarım saat erken kalkıp 15 dk.da fırlayabiliyordum, yol çok sorun olmuyordu; akşamları da zaten Nemo evde diye 17.30'da işten fırlıyordum.
Nemo gidince Shrek'te kalmaya başladım ben de; dünyanın parasına kiralanmış evim sanki dün terk edilmiş gibi duruyor, salonda oyuncaklar, masanın üstünde yemek kitapları, dolaplarda sığmadığım kıyafetlerim (yeni aldığım büyük bedenler Shrek'in evinde). Salonda yemek bölümü ile oturma bölümünün yerlerini değiştirecektim ama geri döndüğünde herşeyin bıraktığı gibi durduğunu simgelesin diye dokunmak istemedim; gerçekten de geçen Ekim'de Nemo'yu bulup aldığımda ona hiçbir şeyin değişmediğini gösterdim ya o yeter bana. İnşaattan girdiğim 2006 yazında bitecek bir dairem var. Teslim ettiklerinde satıp bu taraflarda bir daire alıp taşınmak istiyorum. Eşyalarımı taşımak desem daha doğru olacak galiba. Çünkü yalnız kaldığım anda "hayat devam etmiyor"; işte Shrek daha bu sabah gitti, ben yine bu konuları açtım; zaten unutulmuyor ama biraz alışılıp biraz kabulleniliyor, yalnız kalınca kendime acıyıp ağlamaya başlıyorum. Çoktandır iyiydim ne güzel. Bir ara, bundan birkaç ay önce, onca sabırlı ve anlayışlı Shrek bile "sen ağlayınca ne yapacağımı şaşırıyorum, kaçıp gitmek istiyorum" deyince kendimi toparladıydım. Yalnız kalıp bu konuyla uğraşmaya başlayınca da başağrısı başlıyor, ensem kaskatı kesiliyor, resmen hastalanıyorum.
Özetle, bir yandan bir mucize olup Nemo gelirse diye bekleyen evimi ilk fırsatta buralara taşıyıp ben yine Shrek'te kalmaya devam edeyim, hiç olmazsa bir şey almak istediğimde gidip gelmesi kolay olsun istiyorum. Öte yandan bu tarafta güvenlikli aktiviteli sitelerdeki daireler erişmek mümkün değil. Ama bunları ben zaten Nemo için istiyordum, kendim için değil ki. Ayrıca ben bir Yengeç'im ve kendimi evimde hissetmeye ihtiyacım var, ama Shrek'te değil, kendi evimde kalmak için tek bir nedenim bile yok. O zaman, onun evinde kendimi evimde hissetmeliyim, ama evim dediğim başka bir yer olduğu sürece de bu mümkün değil.
Öff! Kuyruğunu kovalayan kediye döndüm, bu girdabın içinden çıkamıyorum. Yazarsam daha net görürüm dediydim; gördüğüm çıkar yol olmadığı...
26.1.06
Karlı Günlerden Nereye
Ben karlı günleri anlatacaktım, konu nerelere geldi...
Bu da şirketin otoparkı. Normalde 15-20 araç olur, ancak iki cengaver çıkarıp getirmiş arabalarını. Kimse soğuktan sigara içmeye kapının önüne çıkmayınca çöp kutusuna dokunan da olmamış. Cumayı da bir atlatsak, haftasonu evden dışarı burnumu bile çıkarmayacağım.
22.1.06
Ahşap Boyama Anıları
* * * * * * *
* * * * * * *
Shrek'in banyosuna kucuk misafir havlularinin durmasi icin boyamıştım. Altina kullanilan havlularin atilmasi icin bir sepet koyabilirdik. Ama simdi icinde elbette dergiler duruyor. İç yüzeye beyaz üstüne mavi kuru eskitme yapıp, ön yüzüne kum, deniz ve gökyüzünü boyayıp üstüne peçete tekniği uygulamıştım. "Peçete tekniği" deyince önemli birşey zannediyor insan, ama peçetenin üstündeki deseni kesip sadece üst katını ayırarak peçete tutkalıyla yapıştırmaktan ibaret aslında.
* * * * * * *
Konu ahşap boyamadan açılmışken eskileri karıştırdım ve Shrek'e yaptığım çay poşetliklerini buldum. Fikir Shrek, tasarım ve uygulama Dory. Shrek her akşam yemeğinden sonra 2 adet Seylan ve 1 adet Earl Grey demlik çay poşetini sıcak suyun içinde 5 dk kadar bekletir; bu arada soğumasın diye çay mumları ile ısıtan delikli metal bir şeyin üstüne koyar. Şaşmaksızın her akşam tekrarlanan bu çay seremonisini pratik hale getirmek için benden duvara asılacak çay poşetliği istediğinde bunları yaptım. Desen ve renkleri Lipton'dan kopya.
* * * * * *
Başlamışken salonun başköşesini süsleyen maket tren rafımızı da göstereyim ki eksik kalmasın. En usta işi olan parça o zaten. Shrek'in maket tren koleksiyonu kolilerin içinde durmaktan kurtuldu bu sayede. Fotoğraflardan anlaşılacağı gibi yazın yapmıştık. O zaman blog camiasından haberim yoktu, yapım aşamalarını resimleyişimiz Shrek'in maket tren Yahoo grubuyla paylaşabilmek içindi.
Rafın kenarları ve orta rafı 18 mm'lik MDF, ara rafları 1 cm'lik cam, arka paneli kontrplak.
Kenarları birbirine monte etmek için kullanacağımız vidalara matkapla yuva açtık. Cam rafların oturacağı raf tutacakları için de delikler açıldı. Bu bölümleri Shrek yaptı tabii.
Vidalar sıkıldığı zaman kafaları MDF'nin içine gömülsün diye onlara yuva açtı. Matkabın ucuna takılan ve bu işe yarayan bir aparat bile varmış. (Shrek marangoz değil, doktor!)
Daha da sağlam olsun diye vidalayacağımız parçaları vidalamadan önce birbirine sentetik tutkalla yapıştırdık. 24 saatte kuruyor ve kururken şiştiği için mengeneyle sıkıştırmak gerekiyor.
Sonra kururken şişen ve taşan tutkalları temizledik ve her tarafını zımparaladık. Arka panel de monte olunca buna benzeyecek.
Sıra geldi benim uzmanlık alanıma, yani boyamaya...
Son montajı da tamamlanıyor ve
eşsiz maket tren rafımız duvardaki yerini alıyor.
Çingen Pilavı
Spor çıkışı markete uğrayıp sadece domates, salatalık, yeşil biber, kırmızı biber, maydanoz alıp çıktım. Niyetim geçen hafta açıp tadını beğenmediğim bir teneke kutu beyaz peyniri değerlendirmek ve Çingen Pilavı yapmaktı. Adı pilav, ama içinde pirinç filan yok, bu daha çok bir salata. İzmir tarafında yapılıp bu isimle anılıyor. Ablamın eşi yıllar önce yapmıştı, çok sevmiştim; geçtiğimiz yıllarda birkaç kez içine ne koyulduğunu hatırlatsın diye eniştemi aramıştım hatta. Her seferinde bir engel çıkıp yapamamıştım, dolayısıyla içindekileri tam hatırlamıyor olabilirim, ama telefon edip tekrar sormaya utandım doğrusu. Unuttuğum malzeme varsa bile keyfe keder, çünkü böyle de lezzetli oldu. Taze soğan, kekik, nane gibi aromalı ekler yapılabilir tabii.
Çingen Pilavı :
Malzemeler :
- 1 kalıp beyaz peynir
- 2 domates
- 2 çarliston biber
- 1 kırmızı biber
- yarım demet maydanoz
- tuz, karabiber
- zeytinyağı, limon
Yapılışı:
Hepsini karıştırın. Özellikle zeytinyağı-limon sosunu beyaz peynire yedirmek lazım. Biraz durunca daha da güzel oluyor.
Baktım miktar biraz fazla kaçmış, bir kısmını limon katmadan önce, börek içi olarak kullanmak niyetiyle ayırdım. Evin altındaki marketten üç yufka alıp yassı, paçanga formlu börekler hazırladım; ikişer adetlik paketler halinde buzluğa attım. Hafta içi akşam yemeklerinde sebzelerin yanına yakışır.
21.1.06
İrmikli Kale
"Akşam yemeğinde sadece çorba" projesi zaten yürümüyordu, ama sırf bulduğum makarnaları atılmaktan kurtarma operasyonu bana 5 kg daha aldırır:( Kuru bakliyat, irmik, pirinç unu, puding stoğunu saymıyorum bile.
18.1.06
Innsbruck'da Kayak Tatili
Öncelikle, bayramda turla bir yere gidilmez diyenlerin haklı olduğunu, o hava alanlarında beklemekten sefil olmuş, kızgın insanların münferit örnekler olmadığını, olsa olsa turla seyahate çıktıkları için müstahak olduklarını doğruluyorum. Ayrıca Tur Project ve Baracuda ile hiçbir yere gitmemeniz, Onur Air ile uçmamanız için sizleri uyarmayı görev biliyorum.
Uçağın 3.30'da değil 5.30'da olduğunu 1.30 sularında havaalanında vardığımızda öğrendik. Rötar filan değil, uçuşun normal saati öyleymiş. Tur operatörümüz bizleri arayacakmış ama nasıl olsa yola çıkmışızdır diye düşünüp aramamış. Biz arkadaşlarımızla buluşup bekleşmeye başladık. 3.30 sularında check-in kontuarı belli olduğunda önünde oluşan kuyruğun sonunda yerimizi aldık. Allah için uçak zamanında kalktı. Ama sis muhalefeti nedeniyle Salzburg'a inemedi, Linz'e indi. Bu arada daha uçaktayken 10 bavulun uçağa binemediğini, daha sonra geleceğini öğrendik. Tabii herkes "benimki olmasın" diye bildiği tüm duaları okudu (tahmin edeceğiniz gibi ben dua filan bilmem). Zaten Linz havaalanında, bizi Innsbruck'a götürecek otobüsleri beklediğimiz için kayıp bagajları listelemek, tarif etmek ve kayıt tutturmak için bol bol vaktimiz oldu. Bende eksik yoktu; Shrek'in kayaklarıyla Nil'in kayak ayakkabıları gelmedi. Galiba 11 gibi otobüsler geldi. Bavullarımızı, kayaklarımızı peşimizden sürükleyerek otobüslere yerleştik. Bu arada her yer kar altında ve -8 derece. Öğlen yemeği molasını da sayarsak yol 3-4 saat sürdü. Otellere vardığımızda saat 4'ü bulmuştu. Bu kadar zamanda arabayla bile gelebilirdik diye söylenenlere ve şimdilik kayıp bagajlara rağmen grubun keyfi fena değildi. En azından ben bizim oteli çok beğendim. Soldaki resimde gördüğünüz Hotel Sepple, Innsbruck'un civar köylerinden biri olup tramvayla yarım saatlik mesafede bulunan Mutters'de 3 yıldızlı bir otel. Yaklaşık 25 odalı, sevimli bir yer. Odamızın balkonundan görülen manzara bile orayı sevmeye yeter zaten. Aynı manzarayı sağdaki resimde olduğu gibi kahvaltı ve yemek salonunda da görüyorsunuz.
Sonradan fark ettim ki sabah kahvaltısı ve akşam yemeği de değme lüks otelleri cebinden çıkarır. Gerçi Nil'in nişanlısı Bül lezzetlerini sevmedi, İzmirli ailenin babası yavaş buldu ama bence özellikle akşam yemekleri çok çok iyiydi. Menü, çok şık sunumlarla servis yapılan çorba, küçük bir porsiyon ara sıcak veya soğuk, ana yemek (genelde soslu bir tür et ve iki çeşit garnitür) ve tatlıdan oluşuyordu ve her akşam şaşmaz bir kalitede sunuluyordu.
Günlerimiz ise sabah 9 sularında ya rutin otobüs seferleri olan yakın bir kayak merkezine ya da bir gün önceden resepsiyona isim yazdırılması gereken bir otobüsle gidilebilen daha uzak bir kayak merkezine giderek başlıyordu. Gerçek kayakçılar bu otobüs yolculuklarını zahmetli bulup pek sevmedi. Kayaklar omuzlarda, kayak ayakkabıları kucakta durağa yürümek, otobüse yerleşmek ve uzak bir merkez seçmişseniz bir saate yakın yolculuk yapmak, oradan teleferiklerle dağa çıkmak gerçekten de zahmetli, ama bence çok da zevkli. Tabii sevmeyenler "o tepeden de kayayım, şu pistten de ineyim" hevesinde, yolda geçen zamanı kayıp olarak görüyor. Bense geçtiğimiz köyleri görmekten hoşnut, Shrek'le sohbet ede ede yolun keyfini çıkarıyordum.
Pazar günü 15 km uzaklıktaki Axamer Lizum'a gittik. Ben 1 saat ders aldım, sonra da Shrek'le tepeye çıktım. O kayarak inerken ben fotoğraf çektim, sıcak şarap içtim ve teleferikle indim.
Pazartesi 30 km uzaklıktaki Stubai Gletscher'e gittik. Zirvesi 3000 m yükseklikte dev bir kayak merkezi orası. Bu kez 4 saatlik bir grup dersine katıldım, günü eğitim pistinde İngiliz, Güney Afrikalı ve Yeni Zelandalılardan oluşan grubumla geçirdim. Hoca tekniğimi çok beğendi, geçen sene aldığım 3-4 saatlik dersle geldiğim seviyeye çok şaşırdı; ben de pek şişindim tabii.
Ertesi gün grubu tepeye çıkaracağı için arkadaşlarımız başka bir merkeze gitmelerine rağmen biz Shrek'le yine Stubai'ye geldik. Ama Salı günü ders pek parlak geçmedi. Aynı eğimde bir pisti uzatıp daha yükseğe taşıdığında ben niye korkmaya başlıyorum, niye gerilip kalıyorum anlamak mümkün değil. Hoca bunun açıklamasının olmadığını, sadece aşağıda daha çok kayıp güven kazanmaya ihtiyacım olduğunu söyledi, ama oradan nasıl indiğimi bir ben biliyorum. Hatırlıyorum da, arada beni rahatlatmak için "karnından derin derin nefes al" diyordu; ben de "aha, demek ondan olmuyor, pantalonum öyle dar ki ben zor nefes alıyorum" diye espri yapmaya çalışıyordum. Şaka bir yana, kayak kıyafetimi aldığımdan bu yana 12 kg aldığımı düşünürsek sıkı da olsa içine sığdığıma şükretmem lazım. Gerginlik insanı çok da yoruyor.
Öyle yorulmuşum ki ertesi gün kaymaya gitmek yerine Innsbruck'u görme programı yaptık. Güzel, içinden nehir geçen, nereye baksanız fonda karlı dağlar olan temiz bir Avrupa şehri işte. Ne yapayım, ben buraları seviyorum, hatta niye buralarda yaşamıyorum diye biraz hayıflanıyorum, biraz uzun kalırsam da kıskanmaya başlıyorum. Herhalde Almanca biliyorum diye, özellikle Almanca konuşulan şehirlerde giriyorum bu psikoza, yoksa Avrupa'nın her şehrinde değil.
Perşembe otelin köşesinden geçen otobüsle Mutters'in kayak merkezine gittik. Yine teleferikle tepeye çıktık, Shrek ben korkumu yeneyim diye eğitim pistinde benimle indi-çıktı-indi-çıktı. Sonuçta onun sayesinde "birkaç hafta sonra Uludağ'a gidelim, ben artık kayıyorum, ama daha çok yol yapmam lazım" diyerek bitirdim günü. Buralarda kayak o kadar hayatın içinde ki insan hemen havasına giriyor. Bacak kadar çocuklar (sözün gelimi değil, hakikaten!, 4 yaşında ancak varlar) pistlerde kayıyor, ağzı emzikli bebekler annesinin kucağında 3000 m'lik buzulun tepesine gezmeye gidiyor, ailecek yolun kenarına park edip (Belgrat Ormanı'nda pikniğe/koşuya gitmişleriniz bilir, aynen oradaki gibi) teleferiğe biniyorlar. Bambaşka bir dünya burası...
Cuma günü trenle Fulpmes'e kadar gidip yine Innsbruck'a döndük, biraz alışveriş yaptık. Alışveriş dediğim de kitap, dergi, çikolata filan... Sıra geldi dönüş macerasına. Uçağımızın Cumartesi sabah saat 8:00'de Salzburg'dan kalkacağını sandığımız için 2.30'da uyandık, 3.00'te otobüslere doluştuk, tabii yerleşmemiz, uyuyakalan bir kişiyi almak için geri dönmemizle hareket saati 3.30'u buldu. Yine de çok erken olduğu için havaalanında önce check-in kuyruğunda, sonra gümrük kuyruğunda beklememize rağmen vakitlice kapıya geçtik; tipik bir Türk kafilesi olarak duty-free'yi talan ettik; uçak kalkış saati geldi, ama boarding bir türlü başlamıyor. Önce sis yüzünden uçağın inemediği açıklandı; sonra pilotun tecrübesiz olduğu, o yüzden sisli havada inemeyeceğini bildirdiği söylendi; sonra uçak eski olduğu için otomatik pilot ile kule arasında bağlantı kurulamadığı, o yüzden inemediği açıklandı (bu arada duty-free'den alacaklarını almış olan grup ikinci, üçüncü tur bakınıp orayı ihya etti). Eller kollar dolu olmasına rağmen nasılsa uçağa bineceğiz rahatlığıyla alıp durdular. Ha ha:) 10 sularında uçağın Linz'e indiği, otobüslerle transfer olacağımız açıklanınca herkes şok oldu tabii. Nasılsa uçağa bineceğiz diye montunu bavuluna koyup bagaja veren bile vardı, ama sonuçta hepimiz bir yetkilinin peşinden, 20-30 kişilik gruplar halinde, önce çocuklu aileler olmak üzere -8 dereceye çıktık, bavullarımızı ve kayaklarımızı römorkların üstünden alıp otobüslere yerleştirdik. Şaka değil, ciddi söylüyorum! Linz'e varıp işlemleri tamamlayıp uçağa binmemiz saat 2'yi buldu. Bu kadarla da bitmedi, uçağa girdiğimizde tam önümüzdeki sırada oturan ve bütün bu beklemeler sırasında fazlaca içmiş olan genç adam iyice fenalaştı, önce taşkın hareket ve bağrış çağrış, sonra kusma, sonra sızma şeklinde yolculuğu rezil etti. Daha anlatacak çok detay var ama ben anlatmaktan yoruldum, sabır gösterip sonuna kadar okuyan varsa helal olsun. Sonuçta eve vardığımızda saat akşam 9'du. Aklımız tatilde kalmasın diye, eve döndüğümüze sevinelim diye yol eziyetli geçiyor herhalde...
Özet : Innsbruck çok güzel. Çevresindeki kayak merkezleri çok güzel. Mutters çok güzel. Hotel Sepple çok güzel. Kayak çok güzel, ama hızdan korkuyorsanız ve 40 yaşında başlıyorsanız zor. Bayramda turla seyahate tövbe. Erken karar ver, mil puan kullan, THY ile uç, otelini ayarla, üçkağıtçı acentaların, beceriksiz rehber bozuntularının elinde rezil olma, üstelik daha ucuza çık.
Ich bin ein Innsbrucker :)
7.1.06
Mutlu Bayramlar, İyi Tatiller
Ben hayatımda ilk kez geçen kış kayakla tanıştım. Topu topu iki haftasonu deneyimim var. Bacak kadar çocuklar ortalıkta vızır vızır, sanki analarından ayaklarında kayakla doğmuş gibi kayarken, ben ürkek ve gergin, hoca eşliğinde iki tur attım. Hocanın da hakkını vermek lazım; iyisi adamı gaza getirip, pür neşe 'hadi bi daha çıkalım' duygusuyla bırakıyor, kötüsü moral bozup düşe kalka ağrılar içinde saati doldurmaya baktırıyor. Tabii benim moralim de biraz fazla hassas, adam 'hadi ama, biraz daha gayret' dedi diye neredeyse ağlıyordum. Zaten soğuk, yorulmuşum... Kayak işi kötü giderse veya hava kötülerse, ben de bir cafede oturur sıcak şarabımı yudumlarım; şehre iner bir kitapçı bulurum; otelde internet bağlantılı PC bulursam blogumu güncellerim:) Bulamazsam olup biteni aklımda tutarım...
4.1.06
Anne Olmak
Aklima önce degisen degil, ayni kalan seyler geliyor. Örnegin benim evim kücük melegim dogmadan önce de daginikti, ama kitapların, dergilerin yerini oyuncaklar aldi. Fazla uykusuz da kalmadim, cünkü hastaneden eve geldigim gün annem benim evimde kalmaya basladi ve tam 1,5 sene gitmedi. "Süper annane" nasilsa hep var diye ben de 1 ay sonra ise dönüverdim.
Öte yandan işe basladim ama dünya bebegimin etrafinda dönüyordu artik. Artik roman degil çocuk yetistirmeyle ilgili kitaplar okuyordum; alisverislerden kendime bir çöp bile almayip elim kolum oyuncaklarla, oğluma giysilerle dolu dönüyordum. Haftasonlarım bebek pusetiyle yürüyüşlerde, çocuk parklarında geçti. En büyük iltifatlar artık arkadaşlarımdan duyduğum "ne kadar farklı büyütüyorsun oğlunu, ben senin gibi ilgilenemedim" veya (gazete kağıtlarını yayıp boya yapıyoruz diye) "reklam annesi gibisin" lafları oldu. Eskiden beri fotoğraf çekmeyi severim ama oğlum doğduktan sonra başka bir şey çekmez oldum. Benim çok az çocukluk fotoğrafım vardır, toplasanız 10 taneyi geçmez, hiçbiri de annemle veya babamla şöyle güzel bir poz vererek çekilmemiştir. Ablamınsa öyle çok fotoğrafı vardır ki çocukken bunu onun daha çok sevildiğine, ona daha çok özenildiğine yorar gücenirdim. Biricik oğlumun fotoğraflarını çekerek aldım hevesimi.
Evet, aslında ben aynı ben; örneğin eskiden beri çok severim film seyretmeyi, oğlum doğmadan önce sinemaya giderek, film festivallerini takip ederek, sonraları oğlumla çocuk filmlerini ezberleyene kadar seyrederek... Hazır film seyrediyor, ben de başka iş yapayım diyerek değil, oturup onunla yanyana Canavarlar Şirketi'ni sahne sahne ezberleyerek (ezberledikten sonra da o seyrederken yanında oturup yemek kitabı okuyarak).
Önceleri çocuklara pek düşkün değildim; oğlum doğduktan sonra hem hoşgörüm arttı, hem içgörüm. İnsan davranışlarını analiz etmeye, neyi niçin yaptıklarını anlamaya meraklı olmuşumdur hep; artık çok daha önemli oldu, hangi davranışın nasıl bir mesaj verdiğiyle öyle çok ilgilendim ki fahri psikolog unvanı istiyorum.
Resim, elişi, örgü ile uğraşmayı, ama daha da çok bunlarla ilgili kitaplar almayı hep sevmişimdir; baktım oğlum doğduğundan beri çocuklarla yapılacak elişleri, çocuk odası süsleri, maskeler, kartondan oyunlarla dolmuş her yer. Hamileyken bebek hırkaları da ördüm ama sonraları oyundan örgüye vakit kalmaz oldu.
Sonra bir anne çocuğuna bakarken nasıl içi titrer, ruhunda kelebekler uçuşur; heyecandan ve mutluluktan nasıl ağlanır; koskoca insanlar nasıl hep annelerinin bebeği kalırlar; bunu anladım.
İşte böyle... Hayat öncesinden çok farklı ama galiba anneler yeni rollerini öyle bir benimsiyorlar ki değil eski hayat tarzlarını aramak, hatırlamak bile zor oluyor; çocuğum olmadan önce neyle uğraşırdım diye sormaya başlıyor insan. Trampolinde zıplıyor da hiç yadırgamıyor.
En önemli değişiklik ise "ben kimim?" sorusuna verdiğim cevap bence. Ben Teoman'ın annesiyim.
1.1.06
Hoşgeldin 2006
2006 bahar gibi bir havayla geldi. Tarabya sahilinde bir yürüyüşle açtık yılın ilk gününü. Yeniyıl ve hayattan beklediklerimiz üzerine sohbet etmek için de güzel fırsat oldu.
Büyük hedefler, detaylı planlar değil ama yeniyıl için bir anafikir, temel bir amaç belirlemek bence iyi bir şey. Örneğin ben bu yıl zamanımı daha verimli kullanmak istiyorum. Gereksiz detaylara çok enerji harcayıp, sonrasında dinlenebilmek için çok zaman harcadığımı fark ettim. Daha etkin, dolayısıyla daha planlı yaşamayı planlıyorum (istiyorum diyecektim, sonra "planlıyorum"a değiştirdim). Sadece işi değil, hayatın tüm alanlarını kastediyorum elbette. Düzenli spor yapmak da bu planın bir bileşeni. Dolap içlerini düzenleyip aradığımı kolay bulur hale gelmekten alışverişe önceden liste yaparak gitmeye kadar pek çok örnek var aklımda.
Ne de olsa artık bulunduğumuz yıldan doğum yılımı çıkarınca 40 kalıyor. Doğumgünüme daha 6 ay var ama bu yaşta doğumgünü hesabı yapmak biraz komik oluyor. 2006 - 1966 = 40.
40 yaşın aklı, kararlılığı, dengesi ile geçecek bu yıl...